Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Öpünce geçmeyen çocuk acıları



Toplam oy: 1016
Şebnem İşigüzel
İletişim Yayınevi
Roman kahramanımızın annesinin, kendisine 1893'te hamile olduğunu öğreniyor, ama ana rahmindeki bebeğin doğmak için 1908'e kadar nasıl bekleyebildiğini çözemiyoruz.

Her bir an, her yerde, her yaştan insan acı çekiyor. Bunun böyle olduğunu gayet iyi biliyoruz. Öte yandan çoğumuz ancak, -büyük medya, STK, devlet, kurum şu bunun da pompalamasıyla-, acı çekenler çocuklar olduğunda kulak kesiliyoruz. “İsrail bombaladı, Suriye'de çatışma, Amerika işgal etti, iki terörist sağ/ölü ele geçti” başlıklı haberler ne fena ki gerçek insanların acılarını düşündürmüyor. Hepsi de çok duyduğumuz, böylece içini bomboşalttığımız vahşet, şiddet, felaket hikayeleri. Amma velakin, reklamcıların, keza yeni kuşak sinemacıların ve elbette medyanın çoktan keşfettiği gibi işin içine çocuk girdi mi akan sular duruyor, herkes kulak kesiliyor, içler cız ediyor. Somali diye bir ülke olduğunu, oradakilerin büyük açlık, susuzluk çektiklerini, etraflarında kocaman sinekler uçuşan, karnı şişik çocuk resimlerinden öğrendik neticede. İşte bugün yine, Lampedusa'yı ana haberlere taşıyan da gemide can veren çocuklar oluyor.

 

Neden böyle? Neden empati duygumuzu harekete geçiren çocuklar oluyor? Kendi çocukluğumuzu ya da kendi çocuklarımızı düşündüğümüz için mi? Şebnem İşigüzel'in Venüs'ü bu anlamda fazlasıyla sarsıyor insanı, hırpalıyor, enikonu ağlatıyor. O kadar çok acı, o kadar çok acı çeken çocuk var ki! Ve sadece tek bir çocuğun acısı koskoca bir katliamın, acı selinin boyutlarını anlatmaya yetebiliyor. Ufacık bir oğlan çocuğuyken kaçırılıp hadım edilen Nergis'in hikayesi, köle ticaretinin dehşetini hiç lafı uzatmadan beyninize kazıyor. Annesini doğarken kaybetmiş, sevgisiz, hatta hoyrat bir babayla kalakalmış bir kız çocuğunun tüm kitaba sinmiş yalnızlığı ve tedirginliği, “evlilik hayatı bir cehennem” olan bir kadının neden bu cehennemden kaçıp kurtulamadığını her şeyden daha iyi anlatabiliyor.

 

II. Abdülhamid'den Jön Türk devrimine, 1915 Ermeni katliamından Yahudi soykırımına, uzun yirminci yüzyıl tarihinin bilumum olaylarına değinen bir kitap söz konusu olunca tarihi roman mevzuna da değinmek gerek. Venüs bildiğimiz bir coğrafyada geçiyor, bildiğimiz siyasi, sosyal olaylar arka fonda bir belirip bir kayboluyor, bildiğimiz devlet, siyaset adamları bazen alenen bazen el altından rol alıyor. Öte yandan, tarihe kör bir sadakatle bağlı sıkıcı bir roman getirmeyin aklınıza. Aksine İşigüzel'in hep yaptığı gibi şakacı, dedikoducu, ağzı bozuk bir tarih bu. Şekina'nın dediği gibi tarih dediğimiz çoğu zaman “olanı değil olmayanı yazar, olanı saklar.” Halbuki Venüs bir hane halkının temiz, kirli bütün sırlarını ifşa eden bir tarih yazmaya soyunuyor. “Kafeste kanat çırpan, özgür kalmak isteyen sırları” dile düşürüyor. Herhangi bir tarihsel roman gibi yer zaman bütünlüğü de gözetmiyor. Nergis'in ömrü yüzyıllar sürüyor. Şekina'nın meşhur sevgilisi Fleischl'ın, onunla tanışmadan çok evvel mevta olduğu ortaya çıkıyor. Roman kahramanımızın annesinin, kendisine hamileyken babasıyla düelloya tutuştuğunu öğreniyor ve fakat 1893'te cereyan eden bu vakadan sonra ana rahmindeki bebeğin doğmak için 1908'e kadar nasıl bekleyebildiğini çözemiyoruz...

 

 

Cinsel kimlik ve cinsellik


Romanın diğer bir meselesi de cinsel kimliğin ve cinselliğin geçirgen, değişken doğası. Cinsiyetler değişiyor. Kıyafetler değişiyor. İsimler değişiyor. “Vücuda giren garip mayiiler gibi insanı zehirleyen”, insanın bütün kaderini belirleyen isimler değişince kader de değişiyor belki. Adını aldığı güzellik, dişilik, haz yıldızının (Venüs) aksine utangaç, boynu bükük yetişen Zühre, Thames üstünde bir mavnada geçirdiği geceler sonunda, camide, imama hitaben, “cennet insanın iki bacağının arasında ve ağzının içindedir” diyebilme cesaretini gösteren bir Şekina (Sekine?) olarak yurda dönüyor. (Yoksa bu ikiz kardeş hikayesi sadece bir isim/kimlik değişiminden mi ibaret?) Hayatının ilk beş yılında anne babasının “oğlum” diye bağrına bastığı Nergis'e, yaşlılığında paşa evlerinde “kız Nergis koş!” diye sesleniyorlar. Aynı Nergis, “erkeklik ve kadınlık bir organdan ibaret değilmiş” diyerek, hizmetinde bulunduğu hanım sultanlarıyla kenarda köşede kalmış harem odalarında sevişiyor. Şebnem İşigüzel'in ilk kitabı Hanene Ay Doğacak'ta ensesti, ölü seviciliği ne kadar estetize bir dille anlatabildiği malum. Venüs'te de hadım cinselliğinden, sütü boşa giden şiş memelere, kevgire dönmüş odalarda sözde sevgililerini mutlu eden genç dilberlerden, gülkurusu elbisenin her biri bir yana saçılmış düğmelerine cinsellik tahayyülü geniş, tasviri son derece heyecan uyandırıcı sahneler olması şaşırtıcı değil.

 

Çocukların acıları diye başladım, öyle bitirelim. Acayip bir tesadüf, ama kahramanının hikayesi Lampedusa faciasının 289. kurbanına benziyor. Gemi batarken anne erken doğum yapıyor ve göbek bağıyla birbirlerine kenetlenmiş iki bedeni sular altından çıkaran dalgıçlar gözyaşlarına hakim olamadıklarını anlatıyorlar. Aradaki tek fark, annesi sular altında kalsa da İşigüzel'in kahramanı yaşıyor. Peki onun göbek bağı nasıl kesilmiş diye hiç sormayın, kitabın önünüze yığdığı bir sürü muammadan birisi de bu. Kahramanımız, göbek bağını su altında koparan (!) öte yandan göbek deliği olmayan bir bebek. İleride iki oğluna meşhur doğum hikayesini, anneyle bebek arasındaki bağ koptu sanırız ama o bağ hep durur diye iyimserlikle anlatacak, deniz gibi uzun dalgalı saçlı bir kadın. Adının baş harfi Ş.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.