Zihinlerimize ‘karanlık’ olarak kodladığımız ve popüler kültürdeki temsillerini gördükçe ‘iyi ki bu çağda yaşamamışım’ dediğimiz Ortaçağ’ın ruhunu olduğu gibi aktaran bir kitap önereceğim size: Huizinga’nın Ortaçağın Sonbaharı… Kitabın, geçmişe dair ‘mekanik’ ve ‘durağan’ bakışınızı yok edeceğinden emin olun.
Fransa’nın Paris kentinde 1396 yılının ekim ayında kiliselerin çanları kent sakinlerini uzun sürecek bir yasa davet için hiç durmamacasına çalıyordu. Kral VI. Charles dâhil herkes şiddetli bir mateme tutulmuş; Valois Hanedanı’nın amansız düşmanları bile ‘Son şansımızı yitirdik… Şimdi neler olacak?’ diye titrek mum alevlerinin eşliğinde sabahlara dek düşünüyordu. Korku ve intikam hissi kol kola büyüyor, bu ‘karanlık’ günlerin her anına sızan kesifliği daha da artırıyordu. Çocuklar düşlerinde artık ‘acımasızca yaklaşan barbarların seslerini’ duyuyor, teselli bulamadıkları tedirginliklerine büyüklerini bu denli çaresiz görmenin şaşkınlığı da ekleniyordu.
İşte bu Ortaçağ’ın sonlarında (Johan Huizinga’ya göre sonbaharında) standart duyguların -farklı olarak hepsinin bir arada ve yüksek dozajda- yaşandığı bir geceydi. Korku, duygusal patlamalar, intikam hissi, dindar bir adanmışlık, umut vs… Çünkü, başını Fransız şövalyelerin çektiği Haçlı Ordusu 25 Eylül günü Tuna kıyısında yer alan kent Niğbolu’da Yıldırım Bayezid önderliğindeki Osmanlı kuvvetlerine mağlup olmuş ve tamamen imha edilmişti. Başta Jean de Nevers olmak üzere Eu Kontu Philippe d’Artois, La March Kontu Jacques de Bourbon, Enguerrand de Coucy, Henry de Bar ve Guy de la Trámouille ile Mareşal Boucicaut gibi asilzadeler esir alınmış, alınan duyumlara göre zincirlenerek Osmanlı başkentine götürülmüştü. Ortaçağ Avrupa’sının standart ‘duygularına’ artık ‘Türk korkusu’ da eklenmişti. Gelecek, bu ‘aşırılıkların’ eşliğinde belirlenecekti.
Tarihin “sosyal alanı”
Tarihçilik uzun bir dönem ‘siyasal’ düzlemde ele alındı. Savaşlar, anlaşmalar, kazananlar, kaybedenler, orduların düzeni, devletlerin ve hanedanların kurulum ile yıkılım süreci merak edildi, o kadar. Bilhassa İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme kadar ‘siyasal’ olanın ötesine geçilmedi. ‘Göçebelerin’ tarihi de ‘barbar kavimler’ olduklarından pek merak edilmiyor, Avrupa merkezli ‘başarı hikâyeleri’ tarih ilmini sathi bir alana hapsediyordu. Ama bugün artık ‘sosyal tarihçilik’ denen bir alandan bahsediyoruz: iktisat tarihi, kültürel tarih, şehir tarihi gibi konular üzerine çalışan ve uzmanlaşan önemli müellifler var. Johan Huizinga bu ‘akımı’ erken fark edenlerden. Daha 1897’de Hint tiyatrosu üzerine çalışmalar yapmıştı. Ortaçağ Avrupa’sının ‘sosyal tarihi’ üzerine yaptığı çalışmalar ise Birinci Dünya Savaşı sonrasına rastlar. Tarihin ‘siyasal’ alanı size Niğbolu’da Fransızların yenildiğini söyler, ‘sosyal’ alanı ise çocukların gördüğü kâbuslardan bile bahsedebilir. Peki, bunun bize ne faydası vardır?
Tutkular belgelerde yer almaz
“Resmi belgelere dayanarak (ya da bu belgelere dayanarak yazılmış kitapları okuyarak) Ortaçağ tarihini öğrenen günümüz okuru, Ortaçağ ruhunun son derece heyecanlı oluşunu asla yeterince anlayamaz. Çoğunlukla resmi kayıtlara dayanan tablo, o kayıtlar ne kadar güvenilir olursa olsun bir unsurdan yoksun kalacaktır: “Gerek hükümdar gerekse halkı etkileyen şiddetli tutkudan...” Bu cümleler adeta erken bir ‘sosyal tarihçilik’ manifestosudur. Her dönemin ruhu olduğunu ve bu ruhun insan davranışlarına etki ettiğini bilmek sizi en hafifinden anakronizmden koruyacak ve geçmişe ait taşların yerlerine daha iyi oturmasını sağlayacak. Tarihin bir ‘ezber’ alanı olmadığını fark edecek ve geçmişin bir ‘düşünce ortamı’ndan çıktığını ve geleceğin de bugünün ikliminin tesiriyle oluşacağını bileceksiniz.
Johan Huizinga’nın Alfa Yayınları’ndan çıkan kitabı Ortaçağ’ın Sonbaharı, alt başlığında “14 ve 15. Yüzyılda Fransa ve Hollanda’da Yaşam, Düşünce ve Sanat Formlarına Dair Bir İnceleme” ifadesi yer alsa da ‘evrensel’ sosyal meselelere eğilen ve her toplum için ipuçları barındıran ‘ulus üstü’ bir çalışma.
Yeni yorum gönder