“Bir kızla öpüştün mü hiç?”
Kübra irkildi. Beklemediği bir soruydu. Esin’in dini hayata dair meraklarına alışkındı, ama böyle bir konunun dile getirilmesinden tedirgin olmuştu.
“Ha... Hayır” diyebildi.
Ece Vahapoğlu’nun Öteki romanı böylesine iç gıcıklayıcı cümlelerden oluşan kısa bir bölümle başlıyor. Bu bölüme reklamcıların deyimiyle teaser da diyebiliriz. Yani merak uyandırıyor, beklenti yaratıyor. Arka kapaktaki deyimle “Aşk evliliği sürdüren, parlak bir kariyere sahip güzel sunucu Esin ile babasının şirketinde çalışan, İslami değerlere bağlı tesettürlü Kübra” arasında eşcinsel bir aşk yaşanacağını umuyoruz. Tabii ki bu türden bir ilişki hem iki kadının yaşama biçimleri, ruhsal yapıları, inançları açısından hem de hızla iki ayrı inançta (politik bağlanmada) kamplaşan toplumsal yapı içerisinde birçok problem yaratacaktır. Kadınların bu aşkı yaşatabilme, sürdürebilme mücadeleleri, o süreçte yaşadıkları gerçekten de bir romanı oluşturabilecek zemginlikte ve ilginç.
Bu beklentiyi yaratsa da Ece Vahapoğlu romanını bu yönde geliştirmiyor. Teaser’lı kısa girişten sonra okuru girişteki olaydan altı ay öncesine döndürüyor. Esin, “Batılılaşmış ailelerin yurt dışında okumuş kızları”ndandır. Toplumun geneliyle kıyaslandığında rahat ve özgür bir yaşamı vardır. “Evlenmeden önce sevgilileri olmuş, serbestçe gezmiş, seyahat etmiş, aktif bir yaşam sürmüş”tür. Romanın yazarı Ece Vahapoğlu’na benzer bir kariyeri olmuş, gazetecilik yaptıktan sonra iş dünyasının toplantılarında, gecelerinde sunuculuk yapmaya başlamıştır. Amerika’da aynı okulda okudukları Kübra ise muhafazakar kesimin başarılı iş adamlarından birinin kızıdır. Dinine ve geleneklerine bağlı Hikmet bey, kızını umulanın aksine evde kapalı tutmamış, okutmuş, türbanı nedeniyle Türkiye’de üniversite öğrenimi göremeyeceğini anlayınca da ABD’ye yollamıştır. İlk öğrenimi ve liseyi okula başı açık girerek tamamlayıp sıra üniversiteye gelince neden okula girerken başını açmayı reddettiğini anlamak mümkün olmasa da... Kübra, New York’da eğitimini tamamlayıp dönünce babasının yanında çalışmaya başlamıştır.
Esin’le Kübra, Hikmet beyin ödül kazandığı bir törende karşılaşırlar. Arkadaşlıklarını tazelemeye, görüşmeye karar verirler. Bir kaç sayfa ilerleyince bu gelişmenin de bir teaser, beklenti yaratma olduğunu anlarız. Yazar, Esin’in ve Kübra’nın yaşamlarını birbirine paralel akan bölümler halinde anlatır ama iki kadının buluşması için 162 sayfa geçmesi gerekir. Esin’le Kübra buluşana kadar birbirleirne “öteki” gözüyle bakan iki kesimin kaymak tabakalarının yaşam biçimlerinin aslında çok da farklı olmadığını görürüz. Çok para kazanma arzusu, paraya ulaşmak uğruna ahlaki değerlerden verilen ödünler (rüşvet, nüfuz kullanımı vs.), lüks yaşam tutkusu, pahalı markalara merak ve nihayet zengin ve güçlü erkeğin karısından başka kadınların peşine düşmesi... Nasıl Esin’in kocasının iş ortağı sayılabilecek dostları Ahmet Ağabey’lerinin gizli sevgilileri varsa, dışarıdan iyilik ve ahlak abidesi gibi görünen Hikmet beyin de karısından habersiz imam nikahlı bir ikinci eşi ve o kadından bir oğlu vardır.
Ece Vahapoğlu iki kadını buluşturmadan önce uzun uzun muhafazakar ve laik ailelerin yaşamlarını anlatıyor. Tabii ki burada ağırlık merak edilen taraf olan muhafazakar aileye verilmiş. Görücüye gelme, sabah namazı, tatil, giyim, iş hayatı, sözlüyü askere uğurlama, sözlünün askerlikte yaşadıkları, yeni ve lüks villaya taşınma gibi çeşitli durum ve tablolar yaratılarak romanın genel akışı ile ilgisi olmasa da, hatta yapıyı zedelese de bu yaşam biçimi ayrıntılı olarak anlatılıyor. Ve Esin’in yaşam biçimiyle karşılaştırmamız sağlanıyor. Bireysel açıdan baktığımızda tahmin edilebileceği gibi ne kadar benzerlerinden daha özgür görünse de Kübra’nın bir çok arzusunu bastırarak yaşadığını görüyoruz. Örneğin Kübra hiç istememesine rağmen ve ailesi baskı yapmasa da evlenme teklifini reddedemiyor. Bu gereğinden çok daha uzun gelen bölümlerde kullanılan bilginin iyi bir araştırmanın ve gözlemlerin sonucu olduğunu anlıyoruz. Vahapoğlu, bir çok güncel olayı ve haberi de anlatımına yedirmiş. Ama bu bol malzeme dönüştürülemiyor ve anlatım roman dilinden çok uzun dergi yazılarının havasında kalıyor.
Kübra ve Esin görüşmeye başlayınca da değişen bir şey olmuyor. Bu kez de Kübra, Esin’e oruç, iftar, Kadir Gecesi gibi konularda din dersi kitaplarından alıntılanmış izlenimi veren kitabi paragraflarla bilgiler veriyor. Bu kitabi konuşmalar sonuç olarak “manevi boşluk” içinde olan ve İslamiyeti merak eden Esin’i etkiliyor. Kübra’nın rehberliğinde oruç tutuyor, namaz kılıyor, türban takmayı deniyor ve nihayetinde iki kadın Ayşe Arman’ın yaptığı gibi türbanlı olarak Nışantaşı ve Fatih’te dolaşıp tepkileri ölçüyorlar. Bu arada kitap bir zamanlar mıhafazakar kesimde çok moda olan “hidayet romanları” havasını almaya başlıyor. Esin’in ne zaman tesettüre girip dinin gereklerini tam olarak yerine getirmeye başlayacağını merak ediyoruz.
Vahapoğlu da bu gidişi fark etmiş olmalı ki Esin’in kocası Alp’in ağzından durumu belirtip konuyu iki kadının birbirlerine ilgisine doğru yönlendiriyor. Birlikte Ankara’ya ortak bir arkadaşlarının düğününe gittiklerinde Kübra, erkeklerden pek hoşlanmadığını, eğer kendini engellemezse Esin’e aşık olabileceğini fark ediyor. Esin de Kübra’nın ilgisinden etkileniyor ve her şeyi denemeye meraklı bir kadın olarak iki kadının aşkının nasıl olduğunu merak ediyor. 273. sayfada baştaki diyaloğa dönüyoruz, Kübra’nın yüzünü cinsellik içeren bir hisle okşamasından sonra Esin ona “Bir kızla öpüştün mü hiç?” diye soruyor ve iki kadın tam sınırdan dönüyor, sevgili olmamaya dost kalmaya karar veriyorlar. Belki de roman burada bitmeli ama Vahapoğlu bir kaç sayfa daha devam ediyor. Roman, fazlaca şematik/zorlama gelen trafik kazasında türbanı çıkartarak hayat kurtarma ile son buluyor. Esin’in hidayeti başka bir romana kalıyor.
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder