Hayatınız okuma ve yazmanın otoritesi altına girdi mi esaret mi / sanatsal cesaret mi pek de kestiremediğiniz bir durumla yüzleşmeye başlıyorsunuz; geçici bir denetleme dönemi de değil bu: Adeta süreğen bir alerjik tepki. Bedeninizle ruhunuzun temas ettiği o ince o kalın ama hassas çizgide yoğunluğun yorgunluğa, yalnızlığın algı güçlenmesine dönüşmesi kaçınılmaz.
Okumak elbette ki çağdaş insanın olmazsa olmazlarından; peki ya yazmak? Yazmak aslında bir deşarj biçimi sayılamaz mı: Hissettiklerinizi kurguluyor ve bu bunu belli tekniklerle yazıya döküyorsunuz. İlhamın tarihe karıştığı günümüzde otomatik bir boşaltımla sanat yapıyorsunuz. Sosyal bilimleri bir yana bırakarak bakarsak edebiyat tabiata olduğu kadar insana da aykırı aslında.
Üstelik bunun bir de yazar-şair açısından yazım aşamasında sıkıntılı, sancılı dönemleri olduğu da atlanmamalı; yalnızca yazarak geçinmeye çalışmaksa zaten delilik. Bir de yazdıklarınızın sevilmesini, önemsenmesini düşleyeceksiniz; ağır işçilik!
Şiirde serbestliğin hakimiyetiyle başlayan bir özgürleşme, bütündeki bağımsızlığı koruyarak tematik anlatımın kırılması, böylelikle okuru kimi zaman imge kolajı bombardımanına tutarak ‘brutal’ bir sese yaslanmaya geçildiği biliyor; bunu bazısı entelektüel zarafet çerçevesinde ele alıyor, bazısı ise sokak jargonunu es geçmeden daha hovardaca, deyim yerindeyse israfa dayanan bir saldırganlıkla dillendiriyor. Elbette şiirde de hâlâ tutucu bir kesimin izleği söz konusu: Kâh manevi, kâh ideolojik sınırlar ve endişeler, umutlar bunun böyle kalması açısından tutarlı. Ancak şiiri temelde tutabilene aşk olsun! En lirik adresten en görseline kadar şiirin arazisi geniş, savaş ve yaşam alanları farklı farklı. Toplumcu gerçekçi mi istersin, altkültür romantiği mi istersin, İslami değerleri yok saymayan yeni biçimciler mi; seç beğen oku!
Oysa öykü öyle mi?! Öykü, kurallarının ustalıklı kullanımıyla bambaşka bir anlatım yolu. O kuralları şiirde olduğu gibi ‘kafanıza göre’ yok saymanız veya tadilattan geçirmeniz kolay değil. Mısraların tanımsızlığı karşısında cümlelerin zorunlu tanımı, öyküyü zor bir edebiyat türü kılıyor; hele hele roman gibi yazarının önünde sayfa sayısı pervasızlığı olmayan bir türsen. Öykünün kısalığı, uzunluğu, buradaki tartışmaların belirsizliği onu şiirin ‘tariftanımazlığına’ yakın tuttuğu açık.
Öykü işçiliğini şiir işçiliğine benzetenlerdenim; bir de benim gibi sinemadan beslenen bir şiiri seviyorsanız öyküyü atlamak imkânsızlaşıyor. Yalnız, senaryonun yönetmen için yazıldığı gerçeği senaryoyu müdahalesiz ve bir miktar soğuk, mesafeli kıldığından öyküden ayrıldığı ciddi teknik argümanlar var. Yani demek istiyorum ki, öykü sinemayı kullansa da asla bir senaryo değildir; bu da anlatıcının mümkün mertebe subjektif olması demek. Olana bitene yakından bakmakla yükümlü; uzaklaşıp rapor tutarcasına belgelemek kısmı tatsız.
İşte, olayın sıcaklığını aktarabilecek denli ‘şair cesareti’ olan öykücüler savaş muhabiridir sanki; bizi ‘canlı bağlantı’yla alır götürürler. Bu öykücüler arasında biri var ki henüz lise çağlarındayken gelirdi ziyaretime. Sessiz, güler yüzlü, hatta bir parça çekingen bir delikanlıydı. El yazısı ile doldurduğu dosya kâğıtlarını okumamı bekler, küçük bir yorumun onun genç ufkunu nasıl açacağının ipuçlarıyla bakardı. Henüz bir daktilosu yoktu. Benzer mutsuzluğu aynı yaşlarda ben de yaşadığım için daha bir dikkat ederdim bu çocuğa. Kırılganlığı yazdıklarına da yansıyordu; duru anlatımı, öyküyü kurgusu, ‘illa çarpıcı bir son yakalama hevesinde olmaması’ ilgimi çekiyordu. O yıllarda benim haricimde sık sık Hulki Aktunç’u, Selim İleri’yi de ziyarete gittiğini biliyordum. Asıl mesele, ünlü olmak için çırpınmaması, öykü yazmayı doğru öğrenmenin metotlarını araştırmasıydı. Belki kütüphanesinde durmaktadır; ona Şolohov’un Ve Durgun Akardı Don ciltlerini hediye etmiştim babamdan kalan. Bu delikanlı sebat etti ve günümüzün en önemli öykücülerinden biri oldu: Seyit Göktepe.
Seyit, çıkarttığı kitaplarda da çizgisini bozmadı; çizgiyi kimi yerde inceltip kimi yerde kalınlaştırarak bedeninizle ruhunuzun temas ettiği yere naif, güçlü bir öykü kurdu. Henüz okuduğum dördüncü kitabı “Yaşamak Üç Defa” bana tüm bunları hatırlattı. Şairlerin, öykücülerin, kısa filmcilerin kardeşliğini.
Seyit gibi iyi kalemlerin varlığı kim bilir Orhan Veli’nin o “yaklaştığı ama bir türlü anlatamadığı yer”e kurulan böylesi öykü gettolarıyla artacak. Hayatın size ölümü anlatacak öyküsü yok çünkü.
Hüznü seviyorsanız Seyit Göktepe size hüznü masal cübbesi diye giydirip tahta çıkartıyor. Bu fırsatı ben kaçırmadım, siz de kaçırmayın.
Yeni yorum gönder