Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Özgürlüğün Biyolojisi



Toplam oy: 1609

İnsan beyninin biyolojik yapısını inceleyen bilim dalıyla (neurosience[1]) insanın psikolojisini inceleyen Psikanaliz arasında bir diyalog kurmaya kalkmak yakın zaman kadar son derecede zor, hatta boşuna bir çaba olarak görülüyormuş. Özgürlüğün Biyolojisi kitabının yazarlarının bir arkadaşı, bu çabayı “bir balinayla kutup ayısını çiftleştirmeye” benzetmiş. Yaklaşık 115 yıl önce Freud nörolojistler için bir psikanaliz denemesi yazmaya kalktığında çok zorlanmış. Yazdığını da yayımlamamış. Bu deneme “Bilimsel bir psikoloji için proje” başlığıyla ancak 1950’de yayımlanmış.

Lacan’cı Psikanalist François Ansmert ve nöroloji bilimcisi, Pierre Magistretti’nin birlikte yazdıkları Özgürlüğün biyolijisi, Nöral plastisite, deneyim ve bilinçdışı (Biology of Freedom, Neural Plasticity, Experience, and the Unconscious, Karnak Books /Otherse Press, 2007, 243 sayfa) adeta imkansız olanı gerçekleştirerek, bu alanda çok önemli bir kapıyı aralıyor.

Ben nöroloji biliminin ne olduğunu kızım University College London (UCL) ‘neuroscience’ bölümüne girince öğrendim. Psikanaliz teorisiyse çok amatörce ilgilendiğim bir alan. Bu kitabı da kızımın tavsiyesi üzerine, biraz da isteksizce elime aldım ve olan oldu. Kitap beni hızla içine çekti. Kitabı yoğun bir okumayla, her sayfada yeni bir şey öğrenerek üç gün içinde bitirdim.

Özgürlüğün Biyolojisi, konusunun ağırlığına karşın çok kolay okunuyor; en teknik konuları, benim gibi konuya yabancı olanların bile anlayacağı bir açıklıkla, şema ve diyagramlarında yardımıyla anlatıyor. Bu nedenle yazarları kutlamak gerekir. İtki (drive) “haz ilkesi”, fantezi gibi psikanaliz kavramları çok anlaşılır biçimlerde, hem de birbirleriyle ilişkilendirilerek açıklanıyor. Kitabın yapısı da okuyucuya kolaylık sağlamak üzere, çok tutarlı bir biçimde kurulmuş. Her bölüm bir öncekini doğal olarak izliyor, geliştiriyor. Ama içinde o kadar çok bilgi ve sav var ki... O yüzden bitirir bitirmez, hemen başa dönüp yeniden okumaya başladım.

“Özgürlüğün Biyolojisi”  dış dünyanın beyin biyolojisinde bıraktığı izleri (traces), bu izlerin daha önceki izlerle ilişkilenerek sürekli değişen bir plastiklik oluşturmasının biyolojik ve psişik süreçlerini anlatıyor.  Plastisite fenomeninin merkezinde bulunan iz, nöroloji bilimiyle psikanalizin kesiştiği yeri bize veriyor. Ansmert ve Magistretti bu çalışmalarında, kendi deyimleriyle bize “sinaptik” izin, nasıl psişik izle, gösterenle (imleyenle) bağlantılı olduğunu göstermeyi amaçlıyorlar.

Tam bu noktada, kısa bir süre için, yön değiştirip, iz ve özne arasındaki ilişkileri felsefi açıdan düşünen Alain Badiou’nun, bazı tespitlerine[2] değinmek istiyorum.

Badiou bu gün kültürel yaşamımızda, iki yaklaşım arasındaki mücadelenin egemen olduğunu düşünüyor. Bunlardan biri, özne ile bedeni ödeş kabul eden materyalist Postmodernizm. İkincisiyse, özne ile bedenin birbiriden farklı ve tümüyle ayrılabilir olduğunu varsayan idealist teolojik bir özne felsefesi.

Birincisi, özneyi, bedenin varlığına, ölümün koyduğu nihai sınırın içinde, ama bu sınırlı zorlayarak, hazın ötesine geçen deneyimler (juissans[3] ölümle yaşamın içinde deney yapmaktır) yaparak yaşamaya indirgiyor. Diğer bir değişle yaşam içinde kalarak, biteviye ölümle deney yapmaya... Bu juissansın öznesidir.

Öznenin bedeninden tümüyle ayrılabileceğini düşünen ikinci yaklaşım ise, juissansı, bedenin hazlarını, tümüyle yadsıyor, ölümü yeni bir yaşamın başlangıcı olarak görüyor. Diğer bir değişle ölümle yeni bir yaşama doğru deneyler yapıyor. Ya da yeni bir yaşam için bedeni kurban ediyor. Bu jouisansın öznesine tümüyle karşıdır. Bu yaşam içinde, bir juissans olarak ölümle deney yapmak değil, ölüm yoluyla yeni bir öznellik elde etmeyi denemektir.

Birincisi, bedenle özneyi ayni şey sayarak yaşam içinde ölümle oynayan postmodernizmin hedonist (haz odaklı) tüketici bireyi. İkincisi, ölümle oynayarak başka bir yaşamı arayan, intihar eylemcisi... Her ikisi de alabildiğince benmerkezci, narsisist ve nihilist öznellikleri temsil ediyor.

Badiou ölümün gücünün dışında, yaşamla ve yaşamın içinde bir deneyim, bir beden-özne ilişkisi düşünmek gerektiğini söylüyor. Bu ne juissansın öznesi ne de kendini kurban etmenin öznesi olacaktır.

Çünkü özne ile beden ne bir ve aynı şeydir, ne de tümüyle birbirinden ayrılabilir. Bu üçüncü seçenekte özne bedeniyle  birlikte, ama bedenin dışında bir “hakikatle” ilişkilenerek var olur. Bu anlamda özne hakikatin öznesidir.
Hakikat ise bir  “olayın” olup bitmesiyle birlikte bireyin üzerinde bıraktığı izle ilgilidir. Bu iz bireyi değiştirir. Birey olayın getirdiği ve verili bilgi sisteminde (yapının bilgisinde) delik açan “hakikate” bağlılık (sadakat) deklare eder ve bunu evrenselleştirmeyi üstlenir. Böylece birey bedeniyle, bu dünyada, ama yeni olanı evrenselleştirmek çabası üzerinden, yaşama dair bir ilişkili kurarak özneleşir. Bu hakikatin öznesidir.

Özgürlüğün biyolojisi işte tamda bu noktada, olayın birey üzerindeki etkileri/bıraktığı izi, bu izin daha önce oluşmuş izlerle oluşmuş yapı içinde kurduğu ilişkilerle yeni anlamlar kazanarak yeni bir davranış (eylem) oluşturmasının biyolojik süreçlerini anlatıyor. “Yeni” (iz) bireyde bir itki (drive) yaratıyor ve bu itki enerjisini boşaltmak için bir eylemi gerektiriyor. Böylece, bireyin “olay”dan önceki ve sonraki durumları arasındaki farkı, karar verme ediminin oluşmasında (bilinçdışının etkisini de dahil ederek), rol alan maddi süreçleri anlamamıza yardım ediyor. Ya da, bir başka değişle, bunları “düşünmemize” yardımcı olacak mekanizmalara ışık tutuyor.

Bu çalışma, bilinçdışının oluşmasını anlatırken, dışarıdan gelen etkileri, nöronların bunları kaydetmesi ve genetik işaretleyicilerin (marker) de müdahalesiyle kalıcı belleğe dönüştürmesini betimliyor. Ancak bu kalıcı (uzun dönemli) bellek daha önceki ve sonraki izlerin etkisiyle değişmeye devam ediyor. Sabitleşen, konsolide olan bellek bile yeniden çağrıldığında anımsandığında, yeniden değişkenlik kazanmaya başlıyor…

Böylece yazarların kitabın sonuna ekledikleri notlardan da yararlanarak, bu çalışmada Freud ve Lacan’ın teorik yapıntılarının ilk bakışta son derecede soyut gelen kavramlarının, nöral plastisite olgusu bağlamında kolaylıkla fizyolojik temeller bulabildiklerini söyleyebiliriz.

Böylece, deneyimlerin bıraktığı izler ve somatik durumların birbirleriyle ilişkilendirilmesi yoluyla, bilinç dışının ve itkilerin psikanalitik kavramlarının biyolojik resonasları olduğunu görmeye başlıyoruz. Umarım bu kitap biran evvel Türkçe’ye kazandırılır...

 


[1]  Neuroscience çok yeni bir disiplin. Hala bir çok üniversitede alt bilim dalı olarak çalışılıyor. İngiltere’de bir çok üniversitede bağımsız bir fakülteye dönüşmüş. Sözcüğün Türkçe’deki karşılığını  bulamadım. Nöroloji Bilimi, sinirbilim gibi karşılıkları da beni tatmin etmedi. Ancak yine de nöroloji bilimi kavramını kullanmayı seçiyorum.
[2]  Alain Badiou, “The subject of Art” Symptom No 6, 2005, Bahar.
[3]  MonoKL dergisinin Lacan özel sayısını çıkaran (2009 Yaz) dostların önerisini kabul ederek, Jouissance kavramını, Türkçe bir karşılık bulmaya çalışmadan (ki bu umutsuz bir caba anlaşılan) juissans olarak kullanıyorum.

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.