“Temmuz Çocukları”, edebiyat kariyerine öyküleriyle adım atan Menekşe Toprak’ın ilk romanı. 1970 yılında Kayseri’de doğan Toprak, ailesinin Almanya’ya göç etmesi nedeniyle ilk ve ortaöğrenimini Köln’de ve Ankara’da tamamlamış, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirmiş. Ankara’da ve Berlin’de bankacılık, Varşova’da bir kitap kulübünde yöneticiliği yapan Menekşe Toprak, 2002 yılından bu yana radyo gazeteciliği yapıyor. Öyküleri “kitap-lık”, “Notos”, “Özgür Edebiyat” gibi dergilerde “Kadın Öykülerinde İstanbul”, “Kadın Öykülerinde Ankara” ve “Kadın Öykülerinde Avrupa” adlı antolojilerde yer alan, kimi öyküleri Almanca, Fransızca ve İngilizceye çevrilen yazarın yayımlanmış iki de öykü kitabı var.
Çocukluğundan bu yana hayatı pek çok göçmen nesli gibi iki ülke, iki dil, iki kültür arasında geçen Menekşe Toprak, “Valizdeki Mektup” (2007) ve “Hangi Dildedir Aşk” (2009) adlı kitaplarında içinden yaşadığı bu çift kimlikliği, giderek yarılmışlığı işleyen öyküler yazmıştı. Hala memleketini Türkiye, dilini Türkçe sayan ilk kuşaklardan artık Alman kimliği baskın hale gelen gençlere uzanan şahıslar kadrosu ile geçmişi ve şimdisi ile elli yıl önce başlayan işçi göçünün çatışmalı ve acılı yüzünü sergiliyordu.
Göç Dramları
Evet, bundan tam elli yıl önce başlamıştı Anadolu insanının Avrupa macerası. İlk durak Almanya oldu. 1961’den 2011’e, Türkiye toplumunda derin izler bırakan bu büyük göçü sanıyorum yıl boyunca etraflıca tartışacağız.
Yaşadığımız toprakları ve halkları etkileyen toplumsal hareketler arasında Almanya göçü, yakın tarihli olması nedeniyle kuşkusuz ayrı bir önem taşıyor. Ancak diğerlerini de unutmamalı. Osmanlının son demlerinden günümüze kadar öylesine göç almış öylesine göç vermiş bir coğrafyada yaşıyoruz ki, hepimizin aile tarihinde ayrı bir göç dramı yatıyor.
Resmi tarihin görmezden geldiği insani dramları anlatmak edebiyatın işidir. Ekonomik nedenlerle yapılan göçlerin anlatılması da “köy romanları” ile 50’lerde başlar. Önce köyün sorunları işlenmiş, hemen ardından topraksız köylünün iş bulmak amacıyla “taşı toprağı altın” kentlere göçmesi. Ne var ki bu tarz göç hikayelerinin asıl amacı yerinden yurdundan kopmanın yarattığı sıkıntılardan ziyade yoksulluk meselesine temas etmekti. Yoksulluk kuşkusuz göçün itici gücüydü ama bugün göç başlığı altında incelemeye çalıştığımız toplumsal olgu, memleketini terk edip gurbete gidenlerin bireysel travmalarıyla, kent hayatına çektikleri yabancılıkla, kimliksizleşmeleri, geleneksel değerlerini yitirmeleriyle de ilgilidir. Yazarların ihmal ettiği tam da buydu.
İlk Almanya anlatılarında da aynı eksiklik tespiti yapılabilir. Anadolu’nun kara bağrından -kara trenler yerine- çelikten uçaklarla Almanya’ya giden Türk ve Kürt köylülerinin romana girmesi için beş yıl beklemeleri gerekti. Alamancılığın ilk örneklerinden olan Bekir Yıldız’ın “Türkler Almanya’da” romanı 1966’da yayımlanacaktı. Almanya ağırlıklı Avrupa göçü o zamandan bu zamana pek çok yazar tarafından ele alındı. Ve farklı etnik kökenleri, kültürleri, hayat tarzlarıyla Anadolu ve Rumeli köylülerinin Asya’da başlayıp Avrupa’ya uzanan yüzlerce yıllık destanı tamamlanmış oldu. Günümüzde Almanya’ya göçün bir başka evresi yaşanıyor ve yarı Alman yarı Türk gençlerinin kültürel sorunlarla boğuştukları bu evre bizzat bu sorunu yaşayanlar tarafından hem de Alman dilinde kaleme alınıyor.
Bir Noel Gününde
Menekşe Toprak da işte bu genç kuşak yazarlardan. İlk romanı “Temmuz Çocukları”nda da öykülerindekine benzer temalar öne çıkıyor. Romanın ana kahramanı Aysu adlı genç bir kadın. Ancak annesi Şükriye Hanım ve ablası Süheyla, yaşadıkları trajedilerle zaman zaman Aysu’nun önüne geçiyorlar.
Soğuk bir 31 Aralık günü Ankara’da başlıyor hikaye. Henüz cep telefonu ve internetin hayatımıza yeni yeni katıldığı zamanlar. Aysu, Ankara’nın öğrenci mekanlarından bir kahvede bir yandan akşam katılacağı yılbaşı partisini düşünürken diğer yandan bir türlü sıytılamadığı iç sıkıntılarıyla boğuşuyor, defterine notlar karalıyor;
“Tüm izlerimle birlikte buradayım işte, apayrı olası hikâyelerın ardından bu şehirde, bu şehre geldiğimden beri yaşadığım aynı mahallede, aynı evde, kaç yıldır her gün uğradığım bu kahvedeyim... Sanki burada zaman durdu. Bundan böyle içine akabileceğim başka bir yaşam, başka bir hikâye yok gibi ve ben buradan başka bir yere gitmeyi aklımın ucundan bile geçiremiyorum. Bekliyorum, bazen eylemsizliğime şaşarak bekliyorum, bazen içimdeki öteki benleri parçalaya parçalaya anlamaya, bazen inkâr ede ede unutmaya çalışarak ama hep bir şeylerin değişeceğine inanarak bekliyorum. İçimde, bambaşka bir dile damıtarak anlatabilecek binlerce hikâye taşıdığımı zannediyorum bazen. Hikâye mi bunlar, anlatıp kurtulma isteği mi, bilmiyorum.”
Aysu’nun defterinden araya giren bölümlerdeki “ben” anlatısıyla genç kadının çocukluk ve ilk gençlik yıllarına dair anıları yer alıyor. Ana hikaye ise üçüncü tekil şahıs bakıç açısından verilmiş. Küçük yaşta evlendirilen, bir Almanla on beş yıl önce yaşadığı aşkı unutamayan ve hayatını bir düzene sokamayan Süheyla’nın psikolojik sorunları, anne Şükriye Hanım’ın çocukları için kaygılanırken yaşadığı geçmiş hesaplaşmaları, babaları Sabri Beyin memleket hasreti, Süheyla’nın açık olduğu Klaus’un yıllar sonra Süheyla’nın izini sürerken yakalandığı pişmanlık duyguları… Kısacası, Alman-Türk kimliğini içine sindirmiş evin küçük oğlu Aziz dışında romandaki her şahıs içsel bir huzursuzlukla kıvranıyor. Sadece Almanya tarafı değil, Ankara’dakiler, Aysu’nun hayata atılmaya hazırlanan arkadaşları da sancılı. Millenyum çağına giriş sancıları diyelim buna. Yeni bir dünya düzeni, yeni yaşam tarzları, yeni insan tipleri ve yeni bir ahlak anlayışı serpilirken eski değerlerin baskısıyla yenisine ayak uyduramayanların yaşadığı sancılar. “Temmuz Çocukları” zamanın, zamanla birlikte mekanların, insanların, kavramların hızlı değişimi ile ilgili bir roman. Ne değişimi olumluyor ne de yadsıyor. Toprak’ın amacı söz konusu değişimin bireyler üzerindeki etkilerini göstermek. Doğrusu amacını da ulaşmış.
Göçün, kültürel çatışmaların, yoksulluğun yıkıcılığına en çok kadınlar hedef oluyor. Mesela Süheyla’nın trajedisi tamamiyle kültürel çatışmaların, geleneklerin baskısından kurtulamamışlığın sonucu. Aysu, aileden uzakta büyümenin yol açtığı yalnızlık duygusuyla damgalanmış belki, ama baskıdan uzak kalmasıyla ablasına göre çok daha şanslı. Şükriye Hanım’ın bütün bir ömre yayılan çilesi şimdi çocukları için kaygılanmak halini almış. Menekşe Toprak, özellikle Şükriye Hanım’ın duygularını çok iyi yansıtıyor;
“Kocası çeyrek asırdır sıkılıyor, çeyrek asırdır memlekete geri dönmek istiyor ve çeyrek asırdır Şükriye Hanım onun bu memleket özleminin önünde sert bir kaya gibi duruyor; çarpıp yumuşatıyor onun kederini; onun bu ülkede zedelenen erkeklik gururunu okşayarak teselli ediyor. Ama, yine de biliyor ki, yıllar yılıdır kendisini de gelip kavrayan, kolunu kanadını kıran o umutsuz özlemlere boyun eğse ve dönelim dese, bu kez de kocası oturup bir kez daha düşünecek ve hele birkaç yıl daha dişimizi sıkalım diyerek kalma yönünde karar değiştirecekti. Çünkü yoksullardı, geldikleri yerlerde gece gündüz çalıştıkları halde zar zor karınlarını doyurabiliyorlardı ve açlık korkusu çekmiş olan hiçbir yoksul kolay kolay bir nimet olarak kabul ettiği bu ülkenin iş ve aş bolluğuna göz göre göre sırt çeviremezdi.”
Ankara-Almanya hattından sonlarda ailenin memleketi olan küçük kasabaya dönerek noktalanan “Temmuz Çocukları”nı belki de öykücü yanı ağır basarak çok sayıda küçük öykü ile kurgulamış Toprak. Birbirine paralel akıp giden, zaman zaman yek diğerini kesen öykücükler yalnızlık, değişim ve mutluluk arayışı paydasında buluşuyorlar. Süssüz ama hedefini bulan, bireysel acıları aktarırken zaman zaman derinlemesine kesitler veren zarif ve akıcı diliyle Toprak, iyi bir ilk roman çıkarmış.
Ömer bey bana söz verdiniz kitabımı basacaktınız. Bir yıl oldu hala ses seda yok sizden. Neden böyle yapıyorusnuz
Evet bence de Toprak iyi bir roman yeşertmiş. Çiçeği, meyvesi bol olsun! Kitabın atmosferi çok yoğun, yerel ilintileri de çok kuvvetli, bunun için bence çok iyi filmi olur.
Yeni yorum gönder