Michel Foucault, Doğruyu Söylemek adlı güzel kitabında diyor ki, “parrhesiastes, risk alan insandır. Elbette ki bu risk her zaman bir ölüm riski değildir. Örneğin bir arkadaşının yanlış bir iş yaptığını görür ve ona hata yaptığını söyleyerek öfkesini uyandırma riskini göze alırsan bir parrhesiastes gibi davranmış olursun. (…) Eğer siyasi bir tartışmada bir hatip, düşünceleri çoğunluğun düşüncelerine aykırı olduğu ya da düşünceleri bir siyasi skandala yol açabileceği için popülerliğini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalıyorsa parrhesia kullanıyor demektir.”
Foucault’dan öğrendiğimize göre, parrhesia terimi, Antik Yunan filozofları arasında ortaya çıkmış, dönemin olgunluk yıllarında açık-anlaşılır bir kavrama dönüşmüş. Anlaşılan, felsefecilerin, siyaset adamlarının ve sanatçıların, düşüncelerini yaygın biçimde ortaya koymaya başlamaları ile birlikte, bir “açıksözlülük” sorunu da kendini göstermiş. Bildiğiniz gibi, terimler, olguların zorlamasıyla tanımlanıyor. Açıkçası, ikiyle üçü toplamadan beşi hayal edemezsiniz.
Parrhesia, kişinin düşüncelerini açıkça ve hiçbir şeyi gizlemeden söylemesi/söyleyebilmesi anlamına geliyor. Bu, bugün bizim bildiğimiz “düşünce özgürlüğü” ile aynı şey değil. Ama elbette onu da içeriyor. Temelde, kişinin “hakikatli” olması gerekiyor. Hakikatli, hakkaniyetli ve açıksözlü olmayan kişinin, siyasi koşullar elverse bile bir parrhesiastes (yani parrhesia uygulayan kişi) olabilmesi kolay görünmüyor.
Büyük olasılıkla, Antik Yunan’da da durum bizdeki gibiydi; öncelikle, elbette toplumsal sınıflar vardı ve bir konuşmacının, aynı zamanda vatandaşlık hakkı bulunması gerekirdi. Ve ne yazık ki vatandaşlık, kolay elde edilebilecek bir şey değildi. Dolayısıyla, parrhesiastes’in, seçkin aydınlar arasında söz konusu edilebileceğini anlıyoruz. Aydınlar, siyasetçiler ve sanatçılar…
Foucault, parrhesia etkinliğini üç türe ayırıyor: “1: Filozof, dünya, doğa vb. hakkındaki kimi hakikatleri keşfetmek ve öğrenmek zorunda olduğu ölçüde, epistemik bir role sahip oluyordu. 2: Siteye, yasalara, siyasi kurumlara vd. dair bir duruş almak, ilaveten siyasi bir rolü gerektiriyordu. 3: Ve parrhesia etkinliği, ayrıca hakikatle insanın yaşam tarzı arasındaki ya da hakikatle kendilik etiği ve estetiği arasındaki ilişkilerin doğasını geliştirmeye çalışıyordu.”
Bunu -elbette sınırlı biçimde- şöyle anlıyoruz: Aydın, kendini bilgi edinmek zorunda hissediyorsa, doğal olarak bu bilgiyi kullandığını, bu bilgiyle ilgili olduğunu düşünmeliyiz. Bunu üretmek, yaymak, başka bilgilere dönüştürmek ve sonuçta başkalarına aktarmak/vermek zorundadır. Yani, A’nın A olduğunu biliyorsanız, A’daki yanlışları (varsa eğer) ortaya koyabilirsiniz. Onun değişmesi gerektiğini de savunabilirsiniz. Onu yorumlayabilirsiniz de. Ama onun B olduğunu öne sürerseniz, parrhesia’ya aykırı davranmış olursunuz. Böylece hakikatle sorunlu konuma düşersiniz.
Bugün hakikat kimin ne kadar umurunda, bilemiyoruz. Ancak, Antik Yunan’ın bunu dert ettiği ortada.
Yine de, 68’lerin, özellikle kültürel tarih ve bireylik sorunları üzerine kafa yoran düşünce adamlarından biri olan Foucault da, bireyin hakikatle olan kişisel ilişkisi bağlamında son derece önemli olduğu için konuyla yoğun biçimde ilgilenmiş. Diyor ki, “bizler kendi kendimizin pohpohçularıyızdır ve kendimizle olan bu doğrudan ilişkiyi koparmak, kendimizi kendi philautia’mızdan (kendini sevme) kurtarmak için bir parrhesiastes’e ihtiyacımız vardır.”
Bu noktada elbette eleştiri de söz konusu edilebilir ama, Foucault’nun parrhesia ile ilgili metnini okuyunca, aklıma bizim “ucube” meselesi geldi öncelikle.
İleride hatırlansın diye bu yazıyı bitirmeden not düşmek istedim: Başbakan, Kars’taki İnsanlık Anıtı heykelini görünce küplere biner: “Bir ucube!” Heykel, Mehmet Aksoy’a, Türk-Ermeni barışı adına iyi niyetle, siyasi iktidar tarafından sipariş edilmiştir. Fakat henüz tamamlanmamıştır. Başbakan anıtı beğenmeyince büyük fırtına kopar. Yerel yönetim toplanır ve dolayısıyla “demokratik” iradeyle heykelin kaldırılmasını kararlaştırır. Hatta, bu büyük işi yapmak üzere inşaat şirketlerini ihaleye çağırır. Yani heykel kaldırma işi usulüne uygun bir biçimde yapılmak istenir. Öyle de olur.
Kimi aydınlar karara tepki gösterir, kalkıp Kars’a gidenler olur. Ama aydınların büyük çoğunluğu, “zaten heykel güzel değildi,” demekle yetinir.
Bunun parrhesia’yla ne ilgisi var, diyeceksiniz.
Antik Yunan’ın siyasi koşulları içinde, hükümdarın parrhesia kullanmasına gerek görülmezmiş. Çünkü zaten “risk” onlar için söz konusu değilmiş. Dolayısıyla, aydının hakikati zamanla önem kazanmış, dahası, Batılı bireyin, özgür, yaratıcı, bağımsız bireyin temeli atılmış böylece.
Yani kişi doğruları önce kendine söylemeli; bizim kadim kültürümüzde hakikatin anlamı bu.
Yeni yorum gönder