Bu kitap beni, caddeli betonlu trafikli, kulağımda bangır bangır müzikli istanbullu hayatıma zorunlu bir hastalık ve kar molası verdiğim anda buldu.
Bu zorunlu mola olmasaydı, can sıkıntısıyla camdan bahçeyi, adını bilmediğim kuşların; şu kafası kızıl olanlarla boynunda siyah halka olanları saatlerce gözlemlemeyecektim. Ağaçlara sığındığının farkına varmayacaktım. Karın ağırlığından iki büklüm olmuş ağaçlara üzülmeye başlamıştım. Duvarın güneye bakan köşesine gömdüğüm kedimin üzerine ilk kez yağdı. Kardaki pati izlerinin ölen kedimin ruhuna ait olmasını istedim, öksürük şurubu sarhoşluğuyla. Karda yürür pıt pıt pat. İşte bu kitap beni bu anda buldu. Yoksa eğer caddeli betonlu trafikli kulağımda bangır bangır müzikli istanbullu hayatımda bulsaydı, bu kitabı içime almaya hazır olmayacaktım.
Beni bir ağaca sarılmış göremezsiniz. Çimene uzanıp üzerimde karınca yürümesine izin vermem. Karıncanın ekşi bir tadı vardır, nedense bilirim. Av ile ilgim sardunyalara dadanan salyongazları tuzla haklamaktır, sayılır mı? Bir de bir keresinde gerçek bir aslan yavrusunu kucağıma almıştım, sokak kedisinden irice, patileri avucum kadar büyük. Bu kitap beni hayvanlarla ve doğayla olan gerçek yakın temaslarımdan birinde değil de, kedimin ruhunu hissetmek istediğim anda buldu, pati izleri şahit. Gerçekle hayal arasına sıkıştığım anda, arada cam olsa da bahçeyi gözlemlerken. Bütün algılarım açık, sinüslerim tıkalı. Doğru zamanda doğru kitap.
Bu kitap, Faruk Duman’ın novellası Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur. İlk iki sayfasındaki epigraflarla, zaman yitirmeden aidiyetini ilan ediyor. Kitap, Beypazarı’nda öldürülen son Anadolu Pars’ına adanmış.
Sonra Borges’ten bir alıntıyla, edebiyattaki yerinin şiirlerdeki suret ve simge olacağının haberini veriyor. Birazdan okuyacaklarım bir Anadolu efsanesi olacak, pars sonunda ölecek, ölmeden önce hikayeyi folklorik-fantastik edebiyat geleneğine taşıyan bir simge olmayı başaracağı için ebedi bir kahraman olacak.
Bu kitabın yeri Isabel Allande’nin Canavarlar Kenti ile Yaşar Kemal’in Alageyik öyküsünün yanı.
Efsane bu ya!
Konu, genç kahramanın ormanda yaşayan parsın yardımıyla güzel kızı kötü adamların elinden kurtarması ve sonsuza kadar mutlu yaşamaları. Ancak genç kahraman dediğimiz; kendine güvensiz, birazcık korkak birazcık kayıp, askerlik travması geçirmiş, annesini yeni kaybetmiş, okumuş işsiz, usta avcı babası kadar bile adam olamamış biri. Kötü adamlar; artık çok alıştığımız töre zorbaları, ailenin genç kızını döverek ve eve hapsederek kontrol altına alan baba ve ağabey. Güzel kız, memeleri kanayana kadar dayak yiyor. Onaltısında. Pars ise, insan eliyle soyu tükenen bir hayvan. Böyle sert gerçekler varken efsane nasıl anlatılacak, söylesene Borges.
Faruk Duman, bu Anadolu kasabasının gerçekleri üzerine bir köprü kuruyor ve genç kahramanı o köprüden geçirerek ormana gönderiyor. Orman, evden bir bulgur pilavı pişimi uzaklıkta. Kendini gerçek dünyada kayıp hisseden kahraman, ormanda dolaştıkça kendine doğru bir yolculuk yapıyor. Korkularıyla yüzleşiyor, cesaretinin izini sürüyor. Bu yolculukta, bir pars var yanında. Parsı görmeden önce varlığını hissediyor. Pars görünmez çünkü kolay kolay. Zaten insan gerçekten bir pars görse, gördüğünün gerçek bir pars olduğundan ne kadar emin olabilir, kendi gözlerine ne kadar güvenebilir...
Sislerin, yaprakların arasında kaybolur. Kahramanla pars arasında bir güç alışverişi var. İlk karşılaşmalarında pars güçlüdür ve avcıdır. İkinci karşılaşmada yüz yüze bakarlar, eşitlenirler. Pars yaralandığında, gücü yavaş yavaş kahramana akmaktadır. Pars, öykünün sonunda hayatını feda ettiğinde, yeniden gücü ele geçirir ve böylece efsaneleşir. Hayatını feda ederek hem ona yapılan iyiliği karşılıksız bırakmamıştır hem de eşini bulmuş birinin, bir yalnızdan daha çok yaşama hakkı olduğunu göstermiştir. Bunlar parsa yüklenen insanî değerlerdir. Efsanevi hayvanlar, hep insani değerleri sembolize eder.
Müzikli bir metin
Faruk Duman, davetsiz bir nokta işaretiyle bitmeden sonlandırılmış yüklemsiz, yarım cümleleriyle benzersiz bir ritim tutturmuş. Türkçe’ye güvenmiş 'derdimi böyle kuralsız da anlatırım' diye, Türkçe de yazara boyun eğmiş. İster istemez içinizden sesli okuyorsunuz bu müzikli metni. (Eğer, kitap okurken müzik dinleme alışkanlığınız varsa, kalkın kapatın müziğin sesini.)
Tıpkı kahraman gibi asla okurun da ayağı yere sağlam basmıyor, her an kapaklanıp gerçekten hayale, hayalden gerçeğe düşmek mümkün. Okur asla kahramanın bir adım önüne geçmiyor, kahraman da okuru kandırmıyor. Başına gelenlerin gerçek mi, hayal mi olduğunun o ne kadar farkındaysa, okur da aynı fakındalıkta. Bu belirsizlik, kitaba halk efsanesi havasını kazandıran en önemli unsur. Bu belirsizliğin yazarın kontrolünde olması kitaba tutarlılık ve inandırıcılık kazandırıyor, okurun hikayeye teslim olması kolaylaşıyor.
Ancak, okura haksızlık ettiğini düşündüğüm, bir üst kurmaca olup olmadığına bir türlü karar veremediğim bir yer var sona doğru. Kahraman ve güzel kız Ceren, ormanda yürürlerken başlarından geçenleri Rapunzel masalına çevirip birbirlerine, dolayısıyla okura anlatıyorlar. Hem kullanılan dil ile, hem kurmacanın gerçekle halk efsanesi arasında gidip gelen atmosferi ile zaten mükemmel bir masal yaratılmışken, bu Rapunzel göndermesi biraz izahlı müzik gibi geldi bana. Çünkü ben Ceren’i asla Rapunzel gibi görmedim, kurmaca gereği ‘kurtarılan kız’ rolü onun olsa da. Ceren, ormanın organik bir parçası, doğayı dinliyor, doğanın bilgeliğini, anaç şevkatini taşıyor. Kahramanın yolunu ve cesaretini kaybettiği anlarda, güçlü olmayı başaran, hayatta kalmayı başaran bir av/kurban Ceren. En az pars kadar yol gösterici. Annesini kaybetmiş kahramanın tekrar kendisini bulmasını sağlayan, neredeyse bayrağı devralan dişi eşlikçi. Asla Rapunzel değil.
Transandantal tavır
Her insanın kendini simgeleyen bir tinsel hayvanı olduğu miti dünyadaki pek çok kültürün sahip olduğu, tek tanrılı dinler öncesi pagan dönemden kalan bir miras. İnsanla hayvanı eşit ve eş gören bir bakış açısı, hatta zaman zaman zayıf olan insanın tinsel hayvanı sayesinde güçlendiğini savunan. Ne yazık ki insanoğlu zafiyetini tüfekle tamamlamaya başladığından beri, hayvanla insanın rolleri av ve avcı olarak belirlenmiş. Tüfek, dengeyi bozmuş. Vahşilik insana geçmiş. Av, asaletini kaybetmeden avcıyı yönlendirmeyi, hep bir adım önde olmayı başarmış. Sonunda ölse de avcının kaderini çizen av aslında. Faruk Duman, bu neredeyse transandantal tavrını Thoreau kadar militan bir şekilde ortaya koymasa da hissettiriyor.
Çevre bilinci merkezli eko-fabl diyebileceğimiz tür genelde kendine mekan olarak Afrika’yı, yağmur ormanlarını, kutupları seçer. Dünya hep bu geniş coğrafyalar üzerinden kurtarılır. Faruk Duman, doğanın kendi evimizin önünden itibaren yok olmaya başladığını anlatıyor. Tehlike sanılandan da yakın.
Yalnızlık, eş-siz olmak ve yok olmak, ölmekten farklı kavramlar. Eğer doğanın döngüsü devam ediyor, ölümler eksilmek demek olmuyorsa, ölümün bir yaprağın toprağa düşmesinden farklı bir değeri yok. Tüfek patladı. Kitap bitti. Yaprak hışırtıları, kuş sesleri kesildi. Karda pati izleri hala. Eminim artık.
Yeni yorum gönder