Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Peki ama gerçek öyle midir?



Toplam oy: 564
Amos Oz // Çev. Özlem Alkan K.
Doğan Kitap
Amos Oz bu romanda, gerçeğin nerede bitip kurmacanın nerede başladığını tahminlerin ötesine taşıyor.

“Yaşam dediğinizde ölüm de demiş olursunuz. Ya da tam tersi. Bir yazar için gerçek ile kurmaca da tıpkı böyledir.’’ Gerçek ile kurmacanın konusu olduğu çoğu tartışma, ikisinin birbirini beslediği ve tamamladığı yönünde sonuçlanır. Hangisinde daha az varsa, diğerine o kadar ihtiyaç duyulur.


Kurmaca uçsuz bucaksız bir gökyüzüyse, gerçek toprak zemindir.


Kurmaca altıncı hisse, gerçek kalp atışıdır.


Kurmaca baharsa, gerçek bir çiçektir.


Kurmaca kahve içme isteğiyse, gerçek kahvenin kendisidir.


Amos Oz, kurmaca ile gerçekliğin birbirinden ayrıldığı gri alanı, Yaşam ve Ölüm Kafiyeleri romanıyla epey ihlal etmiş. Birbirini besleyen iki unsurdan, iç içe geçerek sarmal bir bütünlüğe dönüşmüş. Dolayısıyla, kitap bittiğinde tüm bu anlatılanların gerçek mi yoksa kurmaca mı olduğu sorusu beliriyor okurun kafasında.


Hikaye, Yazarın (romandaki anakarakter bu şekilde anlandırılmış) Tel Aviv’in sıcak ve boğucu bir gecesinde, bir kültür merkezinde düzenlenen bir söyleşiye katılmak için yola çıkması ve öncesinde bir kafede vakit öldürmek için oturmasıyla başlıyor. Oturmaktan sıkılınca kafede bulunan insanlar hakkında hikayeler uydurmaya başlar Yazarımız. Hatta kafeden sonra gittiği kültür merkezinde de aynı şeyi sürdürür. Onun için gelmiş olan okurları seyreder ve onlar hakkında da hikayeler uydurur. Kültür merkezinde dikkatini en fazla çeken kişi ise, kitabından kısa alıntılar okuyan otuz beş yaşlarında güzel ama utangaç, çekici olmaktan uzak, eski moda, tek bir koyu renk saç örgüsü omzundan aşağı inerek sol göğsünü örten, ölçülü bir kadın olarak gördüğü Rochelle Reznik olur. Söyleşi bittikten sonra Yazar, Rochelle Reznik’e bir şeyler içmeyi teklif eder. Rochelle Reznik, tüm heyecanını bastırarak Yazarın beklemediği bir yanıt verir; teklifi reddeder. Kültür merkezinden ayrılan Yazar, gecenin geç saatlerine kadar kentin sokaklarında dolaşarak karşılaştığı insanlar hakkında hikayeler uydurmaya devam eder. Aynı zamanda önceden gördüğü kişilerin hikayelerini de devam ettirir; hatta bazılarının aynı hikayelerde birbirleriyle karşılaşmasını sağlar. Otuzdan fazla insanın hayatına kendince anlamlar yükler, onlara isimler verir ve onlar hakkında hikayeler oluşturur. Bu hikayeler yaşanmış gerçek hikayeler kadar canlı ve rahatsız edicidir: Genç ve mutsuz şair Yuval Dahan, garson kız Ricky, piyano akortçusu Osya Dayı, düşük kademe parti çalışanı, sıska ve gözlüklü Arnold Bartok ve onun yatalak annesi Ophelia... Uydurduğu hayat hikayelerinin etrafında dönen gecenin sonunda Yazarımızı, kendisiyle bir şeyler içmeyi reddeden Rochelle Reznik’in dairesinde “ateşli” saatler beklemektedir. Peki ama gerçek öyle midir?


Amos Oz bu romanda, gerçeğin nerede bitip kurmacanın nerede başladığını tahminlerin ötesine taşıyor. Yüz sayfa olmasına karşın karakter çokluğu ve anlatımdaki ustalık, romana ciddi bir derinlik katmış. Yazar olarak karşımızda duran kişi kurmaca bir karakter, ama anlattığı hikayeler kurmaca olamayacak kadar gerçek.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Erhan Cihangiroğlu

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.