Christopher Nolan'ın kült filmi Memento'da kısa süreli hafızası hasara uğramış bir adam, geçmiş yıllara dair her şeyi berrak biçimde hatırlamasına rağmen yeni hatıralar biriktiremez. Tanıştığı herkesi birkaç dakika içinde unutur, yemek yediğinden emin olamaz, kaldığı oteli hatırlamaz. Tanıştığı herkese, "Durumumu biliyorsunuz," dediği hastalığıyla baş etmek için bir arşive ihtiyacı olduğuna karar verir. Vücuduna dövmeler yaptırır, polaroid fotoğraflar çeker ve o fotoğrafların altına kilit notlar yazar. Hayatta ne yapmakta olduğunu her an bir çırpıda keşfedebilmek için yanında taşıdığı bir küçük, kişisel arşiv! Yazı der, hafızadan daha sağlamdır. İnsan her şeyi unutabilir ama yazdıklarınız öylece kalır. Fakat filmi bilenler, yazının da o kadar güvenilir olmadığını hatırlayacaktır. Yazı kalır, doğru bir tespit, fakat yazı her zaman gerçeği ve sadece gerçeği söyleyeceğine yemin mi etmiştir?
"Yazı hariç, her şey bir hiçtir," diye yazıyor Marina Tsvetaeva. Bedenimiz çürüdüğü, hatıralarımız buharlaşıp yok olduğu, hayattayken çevremizde olan herkes de birer birer toprak olduğu, fikrimiz, zikrimiz, suretimiz unutulup gittiği için mi böyle düşünüyoruz acaba? Bizi sonraki kuşaklarda yaşatacak olanın yazdıklarımız olduğuna inandığımız için mi? Lydie Salvayre'ın biyografik denemelerini okurken, edebiyat tarihçilerinin de ancak aynı kısıtlar içinde bir gerçek resmi sunabileceğini düşünüyor insan. Yazarları eserleriyle tanıyoruz, yayımlanmış ya da yayımlanmamış yazılarıyla. Salvayre, incelediği yedi yazarın eserlerinde, yarattıkları kurgu karakterleri yazarların hayatlarından gerçek kişilerle ilişkilendiriyor. Bazı karakterler iki, üç kişinin terkibi oluyor, bazen de aynı kişi farklı karakterlerde yeniden hortluyor. Aynı mantıkla yazarın kendisini de kimi karakterlerle özdeşleştiriyoruz. Kurgu eserler bir yana, genellikle edebiyatçıların meftunu olduğu günlük, mektup gibi kaynaklarsa, yazarı "gerçekte olduğu gibi" göreceğimiz yanılgısına düştüğümüz yazılar. Oysa günlük yazanlar bilirler, değil 10-20 yıl, sadece 2 ay önce yazılmış şeyler bile o kadar yabancı gelebilir ki yazarına, bu satırları yazan kişi olduğundan şüphe eder.
Onları ne kadar iyi anlayabiliriz?
Yazı, sadece bir an’ı aktarır, aynı polaroid bir fotoğraf gibi, anlık bir enstantaneyi kağıdın üstüne hapseder. Peki yazmadan yaşadıklarımıza, asla yazamadıklarımıza, belki hiç yazılamayacak binlerce şeye ne olur? Olmuş bitmiş bir şeyi yeniden kurgulamak, bir insanı gerçekten tanımak ne kadar mümkündür, minvalinde karamsar bir tablo çizdiğimin farkındayım. Fakat, insan çoğu zaman kendini tanımaktan acizken, tüm karmaşıklıklarıyla yedi dâhi insanı (hayır, bence onlara deli demeyelim), elimizde de sadece yazı varken böylesine derinden ve iyi anlamamız mümkün mü gerçekten? Salvayre'ın, bu yedi kadını adeta çocukluğunun beraber geçtiği bir kuzen, iyi bir arkadaş, hiç akıldan çıkmamış bir eski sevgili gibi samimiyetle resmetmesini takdir etmek gerek. Bana aşılmaz görünen mesafeler onu katiyen korkutmuyor. Bilakis, yedi kadın için de yaşamın tamamen yazmaktan ibaret olduğunu, kendilerini yazıya adadıklarını, eserlerinin varoluşlarının ta kendisi olduğunu, yazıdan uzaklaştıklarında hayatlarının dengesini yitirdiğini ileri sürüyor.
Dolayısıyla, Salvayre'a göre bu yedi kadının yazmakla adeta hastalıklı bir ilişkisi vardı. Yazı mucizevi bir şekilde geldiğinde, kelimeler kendiliğinden kağıda dökülür, cümleler dans eder, yazar kendini zirvede, sonsuzlukta, kanatlanmış hissederken, bir anda her şey bitebiliyordu. Akıl tutulması, hiçlik, güçsüzlük, yazdıkça gerçeklikten uzaklaşan yazı. Bu bitmeyen gelgit, ya hep ya hiç savrulmaları, Collete'in aşkı tarif edişini hatırlatıyor: Doğduğunda iyi niyetli olan aşk, eğer sürerse zehirli hale bürünür. Fakat Salvayre bu aşırı acı çekme halinin yazarlıklarına faydası olduğunu savunur. Plath'ın en güzel şiirlerinin paramparça edilmiş bir kalp ve zihnin ürünü olmasına dikkat çeker. Istırap kalbi yerin dibine batırır, eseriyse göklere çıkarır. Öte yandan, eserlerinin göklerde olduğu gururunu neredeyse bu yazarların hiçbiri tadamamıştır. Bugün hâlâ okunmaya devam eden şaheserleri, yazıldıkları sırada ya dönemin önemli edebiyat eleştirmenleri tarafından yerden yere vurulmuş ya da ancak kısmi bir ilgiyle karşılaşmıştı. Yazarların okur nezdinde yaşayabilmesi için ölmeleri gerekmişti. İşte yazıyla ilgili bir çelişki daha: yazı çağdaşlarımıza dahi sesimizi ulaştıramıyorsa, yıllar önce yazılanlara ne kadar yakınlaşabilir, onları ne kadar iyi anlayabiliriz?
Kendi adıma kitapta en çok Djuna Barnes ve Marina Tsvetaeva bölümlerinin ilginç olduğunu düşünüyorum. Bu yazarları pek iyi tanımadığım için her yeni edebiyat tavsiyesi gibi kulak kabartarak okudum. Oysa Plath, Woolf, Bachman, Colette, Brontë, bunların beşi de hakkında çok yazılmış, hâlâ da yazılmaya devam eden, son derece meşhur yazarlar. Oysa Barnes ve Tsvetaeva, Salvayre'ın korktuğu unutuluşa daha yakınlar. Yedi sayısı neden bu kadar rağbet görür, altı ya da sekiz kadın olamaz mıydı eserde ayrı bir konu, fakat yazarların tümü daha az "ünlü" kişiler olsaydı belki kitap başka bir amaca hizmet ederdi. Özellikle Plath ve Brontë bağlamında tartıştığı toplumsal cinsiyet normlarının baskısı, erkek yazarların edebiyat kariyerlerine kadınlardan fersah fersah ileride başlaması gibi konular detaylandırılabilirdi. Öte yandan eserlerini okuduğunuz, sevdiğiniz yazarlar hakkında yorumlar okumak, yazarla zihninizde diyaloğa girebildiğiniz için farklı bir keyif veriyor.
Görsel: Seda Mit
Yeni yorum gönder