Pek çok yetişkin okur için çocuk kitapları da vaat ettikleri neşe verici fantastik ögeleriyle her zaman ilgi çekicidir. Bilgiyi sunmadaki yaratıcı seçimleriyle de merak uyandırıcıdırlar. Hele de bir çocuk kitabının kapağında, İngiliz Edebiyatı’nın en önemli edebiyatçılarından olan Ted Hughes adı varsa, yetişkin okuma iştahı ve merakı ikiye katlanıp kabaracak demektir. Okur tarafından ne zaman Sylvia Plath konuşulsa eşi olarak adı geçerek anılır Hughes. Gerçi bu iki adın birbirini kaçınılmaz olarak çağırması her ikisi için de geçerli, ne zaman biri anılsa, diğeri ardı sıra geliyor. İngiltere Kraliyet Şairi (Poet Laureate) olan Hughes çocuklar için pek çok kitap yazmıştır. “Beni ben yapan, hayatımın ilk altı yılıdır” diyen Ted Hughes hayatının bu çocukluk dönemini bir çiftlikte hayvanları tanıyarak geçirmiştir. Çocukların yetişkinlerden daha aydın olduklarını düşünen Hughes bu kitapta, seçtiği on bir hayvanın nasıl ve neden öyle olduğunu hepsine özgü hikâyelerle anlatıyor. Çocuklar bu hikâyeleri okuduktan sonra buldukları yanıtların ürettiği başka sorularla karşınıza gelirler ise sakın şaşırmayın. Tanrı kim diyecekler örneğin, nerede yaşar, ne yer, ne içer, neden güneş fırınında pişirdiği çamur hayvanlara can vermek için onlara hayat üfler?
Ya da şu televizyonda gördükleri güzellik yarışmalarının aslında nasıl ve ne zaman ortaya çıktığını biliyormuş muyuz? Bunu sorabilirler. “Hayvanlar yeryüzünde bir süre yaşadıktan sonra ağaçları, çiçekleri, Güneş’i beğenmekten usanmışlar. Birbirlerini beğenmeye başlamışlar. Bütün hayvanlar başkaları tarafından beğenilmekten hoşlandıklarından hepsi günün belli bir zamanı kendilerini güzelleştirmeye ayırıyorlarmış. Bir süre sonra güzellik yarışmaları düzenlemeye başlamışlar.” Peki, bu yarışmaları o zamanlar en çok kim kazanıyormuş şimdi kim? Bunu da sorabilirler.
Dünya önce bir toz bulutuydu... “Bir kere, her şeyden önce, bütün canlılar birbirlerine çok benziyorlarmış. Şimdi olduğu gibi birbirlerinden apayrı değillermiş. Nasıl bir şey olacaklarını daha kendileri de bilmiyorlarmış. Kimi ketenkuşu olmak istiyormuş, kimi aslan, kimi de başka bir şey.” Canlılar, çalışa çalışa günün birinde olmak istedikleri şey olmuşlar. Ama bazı başka yaratıklar... Onların ortaya çıkış hikâyeleri başka türlü anlatılıyor kitapta. Balina, Baykuş, Tilki, Kutup Ayısı, Sırtlan, Tosbağa, Arı, Kedi, Eşek, Tavşan ve Fil. Her birinin kendine yaptığı yolculuk başka.
“Balina Nasıl Balina Oldu?” adından da anlaşılacağı gibi “olmak” üzerine kurulmuş bir kitap. Olmanın ister istemez beraberinde getirdiği, varlığa özgü özellikler -zaaf, zayıflık, üstünlük ve güzellikler-, bu özelliklere sahip olmanın neden olduğu sıkıntılar, sevinçler... Ve olmaya çalışan, kendini arayan varlığın yanında durmak yerine karşısında yer almayı seçen toplum, bir kurulu düzen. İyi ya da kötü özelliğiyle parlayan, ama bir şekilde farklı olan bireye göre, kendini –acımasızlığının farkında olsun olmasın- konumlandıran bir toplum bu.
Birey kadar, toplum psikolojisi ve toplum davranışı üzerinde de duran kitap, elbette hemen her pedagojik gerekleri sağlayan çocuk kitabı gibi doğru ve yanlışı işaret ediyor ama daha çok tarafsız bir göze sahip. Olan bitene kuşbakışı bakan ama ille de hikâyelerdeki kuşlardan birinin gözü olmayı seçmeyen bir göz. Uyanık –kurnazlık değil farkındalık anlamında bir uyumama halinde- olmayı, kendin olmayı ve her an ve daima kendini bilmeyi işaret eden hikâyeler işaret parmağı kullanmıyor, hiçbir şeyi katı bir tavırla yargılamıyor. Hayat gibi. Nasıl hayat söylüyor biz dinliyoruz, Hughes yazıyor biz okuyoruz. Olan oluyor. İyi, kötü, çirkin, güzel; her şey bulması gereken yeri buluyor. Tanrı güneş ateşinde pişirdiği çamura hayat üflemeyi sürdürüyor. Fil gururunu da yanına alıp sessizce gidiyor. Balina hâlâ uykuyu çok seviyor. Hayallerinden vazgeçen ve seçtiği hayatı yaşayan Eşek çok çalışmasının karşılığında aldığı rahat döşek ve bol yiyecekten memnun. Yakışıklı ama saf tavşan kendisiyle evleneceğini sandığı Ay’ın peşinden vadi tepe demeden koşmaya devam ediyor.
“Nasıl da kötü bir oyun oynamışlar öbür hayvanlar Tavşan’a, Ay’ın onunla evlenmek istediğini söyleyerek. Ama tavşan için bu konu bir oyun değilmiş artık. Hiç durmadan Ay’a baktığı için gözlerinin içine ay ışığı sinmiş, bakışları yabanlaşmış. Bir tepeden öbürüne koşa koşa da çok iyi bir koşucu olmuş. Hele yokuş yukarı şıp diye her yere tırmanıyormuş. Ay gökte yükseldikten sonra ona yakınlaşmak için zıpladığından yüksek atlamada onun üstüne kimse yokmuş. Bütün gece, gökteki Ay’ın söylediklerini duymaya çalışmaktan da kulakları işte böyle uzamış, uzamış”
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder