Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Peki ya sonra?



Toplam oy: 788
Al Sarrantonio, Neil Gaiman
İthaki Yayınları
Yeni bir dünya, bambaşka bir bakış açısı oluşturmada usta olan yazarlar bir araya gelmiş...

Gerçek hayatta bildiğimi ya da bildiğimi sandığım dünyayı, bildiğim kelimelerle yeniden yaratabilen insanlara hayranım. Hiç bilmediğim, aklıma bile gelmeyecek şekillerde yaratanlara... Dünyanın sınırsızlığını, insanın sınırsızlığını, hayal gücünün sınırsızlığını hissettirenlere... Yani fantastiğe, bilimkurguya, büyülü gerçekçiliğe... Adını ne koyarsanız koyun, sınırsız dünyanın nimetlerini misliyle onlara verebilenlere işte.



Türlerin çizdiği sınırların dayatmasından bıkan iki isim Neil Gaiman ve Al Sarrantonio. “Bize daha önce bin kez gördüğümüz bir şeyi sanki ilk kez görüyormuşuz gibi sunacak o büyülü ışığa sahip öyküleri” okumak istediklerini dillendirmişler karşılıklı. Ancak kurmacanın yaşatacağı bir deneyimi, “peki sonra ne olmuş” dedirtecek “o” öyküleri.



Öyküler sıra dışı bir antoloji değil, en azından öyle görüneninden değil. Ama biraz daha dikkatli bakarsanız Lawrence Block ile Chuck Palahniuk’u aynı kitap içinde görmenin heyecanına kapılabilirsiniz benim gibi! Ya da Joyce Carol Oates ve Jodi Picoult’yu... Ağız sulandırıcı kısmını geçtikten sonra midenizdeki taşla yola devam edebilirsiniz, “Peki sonra ne olmuş?” diyerek.



Ne mi olmuş? Gerçekçilik, aşırı gerçekçilikle aşırı gerçeküstücülüğün birbirine karıştığı öyküler bir araya gelmiş. Hemen her öyküde sıradan bir insanın hayata baktığı noktanın çok daha ötesinden bakan yazarların sesi var. Gerçekten baktığınız şeyi görüp görmediğiniz konusunda şüpheye düşürecek sesler. İnsan suretinde dünyada yaşayan tanrılar, tanrıya dönüşen insanlar, vampirler... Ama işte tam olarak sınır bu sıra dışılıklar değil. Ya da sıra dışı saydıklarımız. Jodi Picoult’nun öyküsündeki acısının yüküyle büyüyen ya da küçülen insanlar gibi. Hepsini hangi mantıkla bir araya getirdiler tam olarak bilinmez ama her öyküde hemen hemen aynı olan tek bir şey var; şu hayatta yaşayan herkesin aradığı bir şey var ve kesinlikle diğerlerinden farklı.



İyilik ya da kötülüğün hangi surette olduğu çok da mühim değil. Gerçek olan iç içe olmaları ve sizin hangisine dahil olduğunuz. Kendi varlığıyla savaşanlar, bulduktan sonra ne yapacağını bilmeyenler, tutkularına tutkun olanlar. Gerçek kahramanlar. Sen ben biz... ve dahası onlar.



Yeni bir dünya, bambaşka bir bakış açısı oluşturmada usta olan yazarların bir araya geldiği Öyküler, kısacık sayfalarda kendinizi bir anda olayın içinde bulma etkisi yaratıyor. Yalnızca hayal güçleri için değil, güçlü kalemlerini hiç acımadan kullandıkları için de. Tüm bunların yanı sıra belki her öykü ciğerinizden bir parça söküyor. Peki ya sonra? Evet, amacına ulaşmış bir antoloji kesinlikle, zira öykünün devamı için merakla sormanın yanı sıra bir sonraki öyküye geçme isteği uyandırdığı için...



Neil Gaiman giriş yazısında, “Özlemini duyduğumuz, okumayı istediğimiz şeyler, bizde merak uyandıran, bizi sayfaları çevirmeye zorlayan öykülerdi. Ve evet, iyi yazılmış şeyleri okumak istiyorduk. (Neden daha azıyla yetinecektik ki?)” diye anlatıyor. Daha azıyla yetinmedikleri için teşekkür etmek kalıyor geriye.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Akif Kaynar

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.