Yaşar Nabi’nin yayımladığı ilk kitaptı Otuz Beş Yaş
Şair olduğunu bir an hatırından çıkarmadı Tarancı. Bir şair gibi uyandı her sabah, “Bu sabah hava berrak;/Bu sabah her şey billurdan gibi,” diyebilmek için. Bir şair gibi bekledi akşamı, “Haydi Abbas vakit tamam,/Akşam diyordun işte oldu akşam,” mısralarıyla karşılamak için misafirini. Kendisinden önceki şairleri tanımak yetmezdi şair olmak için, kendisinden sonraki şairlere de kulak kesilmek gerekirdi. Yeni şairleri takip ediyor, Ziya Osman’la yürürken mesela Behçet Necatigil’in mısralarını ezberinden okuyuveriyordu ona: “Bir gün gelir bu yollardan/ Şahit ister geçtiğime.” “Otuz Beş Yaş”ı yazdığı günlerdi. Ziya Osman’ı mısralarıyla esir alıyordu sık sık. “Yedi kıta, her kıta beşer mısra, beş kere yedi: Otuz beş,” diyordu coşkuyla.
Otuz Beş Yaş yalnız “şiir mükâfatı” kazanmadı Yaşar Nabi’nin kurduğu Varlık Yayınevi’nin ilk kitabı olarak yayımlandı. Hâlbuki Yaşar Nabi’nin hocası kadim yayıncı Muallim Halit talebesine, “Aman ilk bastığın kitap şiir kitabı olmasın!” demişti. Ziya Osman’a göre Varlık’ın uğurlu temel taşı olmuştu Otuz Beş Yaş.
İlk kitap sevinci değildi gerçi bu şairin. Semih Lûtfi Kitabevi 1932’de ilk kitabı Ömrümde Sükut’u yayınladığında Cahit Sıtkı’nın ayakları yerden kesilmişti. 22 yaşındaydı çünkü. Ziya Osman’ın dediğine göre telif ücreti alamasa da baskı parasını ödememişti ve o günlerde bu büyük bir şeydi. Ancak kitabevi sahibi Ömrümde Sükût’tan üç beş tane vermişti şairine ve Tarancı arkadaşlarına hediye edeceği kitabı satış fiyatı olan otuz kuruştan almak zorunda kalmıştı.
Otuz kuruş da ne, bütün servetini verebilirdi kitabını tekrar tekrar eline alabilmek için. İlk şiirlerini Abdullah Cevdet’e gösterdiği günler geldi aklına. İçtihat Evi’nin kapısını heyecanla çalmış, güler yüzle ve alakayla karşılanmıştı. Abdullah Cevdet dikkatle okuduktan sonra şiirlerinin kusurlarını söylemiş, beğendiği mısraların altını çizmişti. Şiir yazabileceğini ancak bu şiirlerden vazgeçmesinin kendisi için iyi olacağını, pek çok şiir kitabı okuduktan sonra tekrar yazmayı deneyebileceğini söyledi. Yıllar sonra şöyle yazacaktı Tarancı bu günü anlatırken: “Bu tavsiyeyi dinlediğime ne iyi etmişim. Tam o sırada da Baudelaire’i okudum, düşündüm, uğraştım ve bir sene içinde bir defter daha doldurdum.” Baudelaire o kadar etkilemişti ki genç şairi şu cümleyi kurmaktan kendini alamamıştı bir gün: “Baudelaire bana suyun dibine inmeyi öğretti: İçimle dışım arasındaki farkı Kötülük Çiçekleri’ni okuduktan sonra idrak ettim.” Okumak ve yazmakla derinleştirilen zifiri gecelerden sonra ışıltılı bir sabah çıka geldi. Bir gün bütün cesaretini toplayarak o zamanın Servet-i Fünun yazı işleri müdürü Halit Fahri’ye gitti Tarancı. Yirmiyi aşkın şiiri içinden tek bir şiirini beğendi Halit Fahri ve Servet-i Fünun’da yayımladı. Yıl 1930’du.
Çığlık mı, ilan-ı aşk mı, sallanan yumruk mu şiir
Bir röportajda “Şiir nedir?” diye sordular ona. Gel de cevap ver. Kim tanımlayabilmiş ki şiiri! Tarancı “Çığlık” a, “İlan-ı Aşk”a, “Sallanan bir yumruk”a benzetti önce şiiri. Sonra “Bir umuttur, bir kurtuluştur,” gibi sözler geveledi. Baktı olmuyor “Kuşkusuz, bunların hepsi şiirde olabilir, fakat bunlar nesirde de olan şeylerdir. Şiirin ne olduğunu anlayabilmek için onu nesirden ayıran özellikleri aramak, onlar üzerinde durmak daha doğru olur sanıyorum,” dedi. Cemal Süreya’nın da “Sevgilim Ben Şimdi” şiirine konuk ettiği Mâhir’in mısraıyla açıklamaya çalıştı ardından düşüncesini: “Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz.” Gülüştüklerimiz hatıra geldikçe ağlarım, deseydi şair, nesir olarak kalacaktı cümle. “Hangi kelime hangi kelime ile yan yana geldiğinde nasıl bir ışık peyda olur?” Bunu bilmek lazımdı. “Şiir yalnız duymakla, parlak imgeler bulmakla değil, dil ve sözcükler konusundaki bu bilgilerle, bu sevgilerle, bu dikkatlerle yazılabilir”di.
“Şair ister sevgilinin servi boyundan, ister bir savaştan, ister mahallesinin yoksulluğundan, ister haksızlıktan söz etsin, kendi bileceği işti, yeter ki her şeyden önce şiir yazdığını bir saniye hatırından çıkarmasın.” Tarancı insanoğlunu dünyanın en zengin madeni olarak görüyordu. Ne çıkaracaksa oradan çıkaracaktı şair. Fakat bunun için “kelimeleri tanımak, sevmek, okşamasını bilmek lazımdı.” Ona göre şiir sabır ve direnme işiydi çünkü. Ustalık ve ihtiras işi. Kişiliğini bulmadan gelecek zamanlara seslenmek mümkün değildi.
Küflenmiş değil pırıl pırıl bir dille yazdı
“Etimde canımda duyduğum kelimeler dururken sözlüklerde küflenmiş kelimelerle şiir yazamam doğrusu,” diyordu Tarancı. Konuşma diline yakın içten bir söyleyiş vardı onun mısralarında. Sokak dili değildi bu, annesinin kız kardeşinin diliydi. Bütün mesele kelimeleri yan yana getirirken oluşturduğu farklılıktı. “Bir gece misafirim olsan yeter,/ Dolar odama lavanta kokusu;” mısralarını belki başka şairler de yazabilirdi. Peki, bu mısralardan sonrakileri! “Soğur sevincinden sürahide su./Ay pencerede durup durup güler.”
Bir edebiyat çırağı olarak görmeliydi kendini şair ve “Ben bir mısra üstünde bazen aylarca uğraşan titiz bir sanatkârım,” diyebilmeliydi Tarancı gibi. Konuşma dilinde pek de değerli gibi görülmeyen kelime ve tamlamalar şiirin yapısında harca dönüştüğünde sonsuz değer kazanabilirdi. Ziya Osman’ın şiirindeki horoz şekerine itiraz etmesi üzerine şöyle söylemişti Cahit Sıtkı: “Realitede çirkin olan şeylerin sanatta güzel olabileceği, bir güzellik yapısında harç olarak, taş olarak, tahta olarak kullanılabileceği bedihî bir hakikat değil midir? Hep güzel şeylerle güzellik yapıları inşaya kalkışsaydık, hep mermerden, billurdan filân saraylar yapmak icabederdi. Hâlbuki alelade tuğlayla ne harika binalar inşa edilmektedir!”
Çirkindi madem güzel biçimler oluşturmalıydı şiirinde
“Ben çirkinim, yetişkin kızlardan beni beğenen olmaz,” diye cevap veriyordu Ziya Osman’a neden hep kendinden genç sevgililere yöneldiğini sorduğunda. Şiirde form meselesindeki duyarlığını çirkinliğine bağlamakta mahzur görmüyor ve şu satırları yazabiliyordu çekinmeden: “Form meselesine bu kadar takılıp kalmam, onun hakikî mahiyetini araştırma yolunda bu kadar çalışmam fizik çirkinliğimin mahsulüdür. İnsan, mahrum olduğu şeyin kıymetini ve manasını daha iyi anlayabiliyor. Formsuz da güzellik olmayacağı, olamayacağı bedihîdir. Güzellik, ancak formda kendini gösterebilir.” Tarancı’ya göre şiirinin hasret çektiği formu sezmeliydi şair.
Aruzla yazılmış bir mısra pekâlâ hecede hatta serbest ölçüde de formunu bulabilirdi. Vezinsiz kafiyesiz de yakalanabilirdi mükemmellik. Yeter ki şiirin istediği şekle ulaşılabilsin. Şekil olmayan yerde şiir aramak beyhudeydi. “Aynı kumaştan iki terzi de elbise diker biri hakikaten elbise olur, diğeri elbiseden başka her şeye benzer. Makas meselesi, başka bir şey değil,” diyordu Tarancı. Ona göre sanat eserinin ‘ne’den söz ettiğine değil, ‘nasıl’ söz ettiğine bakılmalıydı. Büyük sanat eserlerinin hepsinde şeklin zaferi vardı.
Anlam ve sesi birbirinden ayırmadı şair. Ölçüyü iyi biliyordu evet fakat esir olmuyordu ona. Hece ölçüsünde alışılagelmiş uygulamaların dışına çıkıyordu zaman zaman. Kafiye bir güzellik katmıyorsa şiire uzak durulmalıydı ondan. Ses yinelemeleri yani aliterasyon başka bir şeydi. Tuzuydu şiirinin çoğu kez, lezzeti. Şiir kılıktan kılığa giren bir büyücüydü. Yeter ki şair bir şekille elini kolunu bağlamasın.
Mecbur olmasa da derbeder bir yaşantıyı seçti
Beyoğlu’nun göbeğinde bir bekâr odası kiralamıştı şair. Ziya Osman’a verdiği sözü tutamamış, meyhaneden meyhaneye savruluyordu. Sadık dostuna göre, “Cahit’in, meşhur Garip Kişi’si bu bekâr odasının hatırasıdır. Şimdi o günleri düşünürken, Cahit biraz da zorla- öyle ya, ailesi yanı başında değil miydi?- kim bilir, belki de o şiiri yazmak için, kendini garip kişi ediyordu diyorum...”
“Bu akşam ilk olarak ağladım,
Bekar odamın penceresinde.
Hani ev bark? Hani çoluk çocuk?
Ne geçti elime bu hayatın
Meyhanesinde kerhanesinde?
Yatağım her gece böyle soğuk.
Saadet bu ömrün neresinde?”
Sanat ve şiirin onun için bir teselli vesilesi, bir kurtuluş kapısı olduğunu belirtiyordu Tarancı her vesileyle. Bir yandan “Saadet bu ömrün neresinde?” diye sorarken şiirinde, diğer yandan babasına gönderdiği mektupta şunları yazıyordu: “Babacığım hayatta muvaffakiyet yalnız aç kalmamakta değildir... Asıl muvaffakiyet göçüp gittikten sonra ardında bir eser bırakmaktadır... Bu eseri meydana getirmek için saadeti memnu telakki etmeli... Benim de çizilmiş bir amacım vardır... Ben her şeyden evvel yaşamış olduğuma delil olmak için bir eser meydana getireceğim.” Bir şiiri söylediklerinin zehirle yoğurulmuş haliydi belki de: “Kitaplara vakfettim hevesimi neşemi,/ Onların kucağında kesilir gözyaşlarım./ Şiirde bulacağım ben yaldızlı Kâbemi;/ Şimdilik karanlıklar somurtkan yoldaşlarım”
“Ölmek İstemeyen Adam,” şiirinin şairiydi o
Nişantaşı İşçi Sigortaları Hastanesi’nin merdivenlerini nefes nefese çıkıyordu Ziya Osman. Yıllardır görmediği arkadaşı İstanbul’a gelmemiş, getirilmişti. Kapıyı açtı. O anı nasıl anlatabilirdi! Şöyle: “Tanıyamamış gibi baktı, sonra yaklaşmamla, aramızda birkaç metre kalmasiyle tüyler ürpertici, kulaklarımdan gitmeyecek bir sesle bağırmaya başladı. Demek o ses bütün konuşması olmuştu. O sese, bir eski arkadaşını görmekteki sevincini, onunla konuşamamaktaki ıstırabını, belki, o arkadaşı görmesiyle dilinin çözülüvermesi ümidini bile katıyor; ondan, ağzını açabildiği kadar açmış, sevinçle bağırır gibiyken bir yandan da hıçkırıyor, hıçkırırken de Tanrı’ya yalvarmaktan geri kalmıyordu...” Ziya Osman boynuna sarılarak susturabilmişti arkadaşını. Felçliydi ve konuşamıyordu Tarancı. Susması çıkardığı garip seslerin gözyaşına dönüşmesinden ibaretti. “Üç yaşındaki bir çocuk bile Cahit’ten çok yer,” diyordu annesi Saba’ya, “Siz de şair misiniz?” diye soruyordu ardından. Şüphesiz babası hiçbir fedakârlıktan kaçınmayacak, doktorlar “Avrupa’da tedavisine lüzum gösterirlerse”, Avrupa’ya da gönderecekti. Bir şiirinde “Aslan elim,” dediği sağ eli hiç kıpırdamıyor, sol elini ancak saçlarına kadar götürebiliyordu. Henüz gömülmemiş gün ışığındaki bir ölü gibiydi can dostu, bu âleme ait değildi artık. Odadan ayrılırken öpücük hareketi ve sesi kaldı geride. “Ölmek İstemeyen Adam,” şiirinin şairinden kalan son ses buydu dostunun hafızasında.
“Ölmek istemeyen adamdı;
Ellerini koparamadılar
Güneşte kızarmış elma dalından;
Yoldan çeviremediler
Gölgeli asfaltta uçan ayaklarını;
Avcı çıkmadı nişan alacak
Mavi göklerle dolup taşan gözlerine;
Ve altın yapraktı rüzgârda başı,
Seyyareden seyyareye savrulan.
Lakin durmuştu nabzı,
Rapor verdi belediye doktoru
Öldüğüne dair.”
Yeni yorum gönder