Philip K. Dick, bilimkurgunun altın çağına ya da 1950’lerin distopik kurgusuna bir yandan meraklı bir okur, bir yandan da genç ve amatör bir yazar olarak yetişen, özellikle 1960’lı ve 70’li yıllarda imza attığı eserlerle bilimkurguya yeni bir bakış açısı kazandıran, 80’li yıllardan sonra bilimkurgunun nasıl bir dönüşüm geçirdiğini göremeden bu dünyadan göçen bir yazar.
Önde gelen Philip K. Dick araştırmacısı David Gill’in dediği gibi “halen yakamızı bırakmayan”, bugün bile tartışılmaya, yorumlanmaya devam eden usta yazarın üçüncü eşi Anne R. Dick’in kaleme aldığı Philip K. Dick’in Peşinde adlı biyografi, Dick’in bilimkurgu tarihi içinde nasıl bir yer kapladığını, kendisinden önceki ve sonraki yazar ve eserlerle nasıl bir ilişki kurduğunu görmek için önemli bir kaynak işlevi görebilirdi. Ne var ki, bu kitapta Dick’in aile hayatına, kadınlarla ilişkilerine, psikolojik buhranlarına edebiyatından daha çok ağırlık veriliyor. Açıkçası bu biyografi, bilimkurgu tarihi meraklıları için çok tatmin edici bir eser değil ama Dick’in özel hayatını, yazar kimliğinin dışında kalan ayrıntıları bilmek isteyenler için oldukça renkli, neredeyse bir roman kadar dramatik bir hayat öyküsü anlatıyor. Örneğin, yine aynı alandan başka bir ustanın, Isaac Asimov’un, eşi Janet Jeppson Asimov tarafından derlenmiş Dolu Dolu Yaşadım adlı otobiyografisi işin edebiyat kısmına daha çok ağırlık verir, okur kitlesi Asimov’un kitlesinden daha geniştir. Anne R. Dick ise tamamen kendi elinden çıkan ve uzun bir zamana yayılan araştırmaların meyvesi olan bu kitapta, yer yer kendisini dizginlemeye çalışsa da romantik bir tutum sergiliyor. Sonuçta bu biyografi de “meraklısına” diyebileceğimiz bir esere dönüşmüş oluyor.
Eserin dramatikliği, biraz da roman gibi yazılmış olmasından ve kendi içinde bir kurguya sahip olmasından kaynaklanıyor; genelde biyografilerde görmeye alışık olmadığımız bir yapısı var. Anne R. Dick, ele alınan kişinin doğumuyla başlayıp ölümüyle biten tipik biyografilerin yolunu izlemeyi tercih etmemiş. Sadece Philip K. Dick’in kronolojik öyküsünü değil, kendi öznel sürecini ve araştırmasının kronolojik ilerleyişini de etkileyici bir şekilde aktarabilmek için farklı, özgün bir yol izlemiş.
Bir âşığın satırları
Philip K. Dick, 1960'lı ve 70'li yıllarda imza attığı eserlerle bilimkurguya yeni bir bakış açısı kazandıran bir yazar.
Üç parçadan oluşan biyografinin ilk kısmı, Anne R. Dick ile Philip K. Dick’in tanışmalarının, evlenmelerinin ve bu süreçte yaşanan fırtınalı ilişkinin öyküsüne sahne oluyor. İkinci kısım, çiftin ayrılmasından itibaren Philip K. Dick’in ölene kadar nasıl bir hayat sürdüğünü, birinci dereceden tanıkların katkılarıyla nesnel bir şekilde yansıtmaya çalışıyor. Son kısım ise, yazar ve eşinin tanışmalarından önceki dönemi, Dick’in çocukluk ve gençlik yıllarını anlatıyor. Büyük ölçüde mektuplara ve röportajlara dayanan araştırma, ortaya nesnel bir PKD portresi çıkarmış diyebiliriz, ama Anne R. Dick’in alınganlıklarına, kıskançlıklarına hâkim olamadığı satırlar bu biyografinin bir eşin, bir âşığın elinden çıktığını unutmamamızı sağlıyor.
Arada sırada da olsa karşımıza çıkan ayrıntılar Dick’in yazarlık ve okurluk geçmişini biraz aydınlatıyor. Gençliğinde Camus ve Kafka okuduğunu, başta Lovecraft olmak üzere korku edebiyatı yazarlarına meraklı olduğunu, Robert A. Heinlein’a bayıldığını, küçüklüğünde H. G. Wells’e özel bir ilgi gösterdiğini, kütüphanesinin Astounding Science Fiction ve The Magazine of Fantasy and Science Fiction’ın bütün sayılarını içerdiğini öğreniyoruz. Dick’in Alman dili ve kültürüne karşı küçük yaşlarda ortaya çıkan düşkünlüğü de dikkat çekiyor. Goethe’ye hayran olan, kendisini romantik bir Alman olarak gören Dick’te, birçok önemli yazarın hayatında rastladığımız gibi, yanlış zamanda yanlış yerde olan bir yazar havasını sezmemek mümkün değil.
Anne R. Dick’in, yazarın bilimkurguyla kurduğu ilişkisine dair hatırladıkları ise oldukça ilginç. Tanıştıklarında kendisini “küçük çaplı bir bilimkurgu yazarı” olarak takdim eden Philip K. Dick’in bilimkurgu yazdığı için utandığını söylüyor eşi; “Ölümünden sonraya kadar birçoğu basılmayacak edebi romanlar yazarak bir ‘ana akım’ başarı kazanmaya uğraşıyordu,” diyor.
Dick’in yazarlık kariyerine ayrılan kısa bölümler ve gönül ilişkilerine ayrılan uzun bölümlerden geriye kalan pasajlar, “Yazarın derdi neydi?” sorusuna cevap arıyor. Bebekken kaybettiği ikiz kardeşinin yarattığı eksiklik duygusu, annesiyle kurduğu sağlıksız ilişki, intihar teşebbüsleri, amfetaminlerle geçen bir dönem mi bu sorunun cevabı? Bazen agorafobik bazen klostrofobik takıntılar geliştiren, sürekli FBI ya da CIA tarafından gözetlendiğini sanan, en yakın arkadaşlarından bile şüphelenen, mütemadiyen bir komplonun parçası olduğunu hisseden, paranoya ve şizofreninin birçok belirtisini genç yaşlardan itibaren bünyesinde barındıran Dick’in izini süren bu çalışma, başlığıyla da manidar hale geliyor. Hayatı boyunca peşinde birilerinin olduğunu düşünen yazarın biyografisinin adının da Philip K. Dick’in Peşinde olması, onun kaderinin bir parçası sanki.
Dick’in eşlerine, ailesine, arkadaşlarına, onu yakından veya uzaktan tanıyan her bir tanığa bakılırsa, birlikte bir ömür geçirmenin çok zor olduğu bir kişi çıkıyor karşımıza. Gelgelelim, gizemine, karizmasına, zekasına, enerjisine, heyecanına baktığımızda, onunla sadece bir gece geçirmenin fazlasıyla çekici olduğu ortada. Bu yüzden bir arkadaşının, “Phil Dick’le bir gece geçirmeyi her şeye tercih ederim,” demesi boşuna değil. Anne R. Dick, eşinin hep “eksik bir insan gibi” hissettiğini söylüyor. Belki de onun fazlasıydı eksik bir insan olmak… Bu biyografiye yazdığı önsözde, “Phil Dick’i hiçbir zaman tam olarak anlayamayız,” diyen David Gill’e hak vermemek de mümkün değil.
Biyografiler genellikle yazarların perde arkasını gösterip onları daha anlaşılır kılmak için vardır ama bu kitap, Philip K. Dick’i neden anlayamayacağımızı, çevresindeki insanların onun zihnini, karakterini nasıl olup da bir türlü çözemediğini anlatan bir eser. “PKD kimdi?” ile “PKD’nin derdi neydi?” dediğimizde aslında aynı soruyu soruyoruz. Birçok cevabı olan ama hangi cevabın doğru olduğunu bilmediğimiz bir soru...
* Görsel: Nihan Sarı
Yeni yorum gönder