Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Postmodern... Politik... Dindar... Satirik



Toplam oy: 262
Birbirinden farklı üç yazarı, yeni kitaplarının ışığında merceğe alıyoruz bu ay: Politik olanı öyküleştirme konusunda oldukça başarılı olan Silvan Alpoğuz, İslami hassasiyetleri toplumcu gerçekçi bir bakış açısıyla ön plana çıkaran Ayşegül Genç ve yüksek bir anlatma enerjisiyle okuru metne bağlayan hikâyeler üreten Serpil Tuncer…

Silvan Alpoğuz: Postmodern ve politik

 

Günümüz Türk öyküsünün genel özellikleri arasında aktüel ve politik olana karşı davetkâr bir yaklaşım olduğunu söylemek mümkün değil. Güncel veya politik göndermeler içeren konuların adeta sinemaya veya popüler romana bırakıldığını görmekteyiz. Öykücülerin bilinçaltlarında, bu tür metinler yazarlarsa edebîlik, kalıcılık özelliklerinden uzaklaşacaklarmış gibi kendilerinin de farkında olmadığı bir ön kabulün var olduğu kanaatindeyim. Gerçek elbette ki bu değil. Politik, toplumsal, güncel konular hiç şüphesiz edebiyatın malzemesi yapılabilir. Silvan Alpoğuz, bir taraftan postmodern teknikleri uygularken bir taraftan da “komplocu”, paranoyak bir bakışı öykülerinde işliyor. Bunu da okura zevk vererek yapıyor. Öykülerde gizliden gizliye “hareket” veya “oluşum” kelimeleriyle devlet yapısına karşı bir örgütlenmenin altı çizilir ve bu örgütlenmeler genellikle yürüyen adaletsizliklere, haksızlıklara karşı bir yapılanma şeklinde konumlandırılır. Bir anlamda dünyanın haksız düzenine çomak sokacak birkaç cengaver gizliden gizleye örgütlenirler. Zaman zaman bu örgütlenmelerin de kendi içlerinde kötü niyetli yapılanmalara yöneldikleri olur. İnsanların psikolojik hastalıklarını tedavi ediyormuş görüntüsü altında onlara birtakım suçlar işlettiren kendilerine dönüşsüz olarak bağlayan oluşumlar vardır ve bu gibi konular, aslında komplo teorisi kitaplarının çok fazla satıldığı bir ülke olan Türkiye’de, Türkiye’nin öykücüleri tarafından elbette ki çokça işlenmelidir. Alpoğuz, politik olanı öyküleştirme noktasında oldukça başarılı ancak bana sorarsanız, kendisinde öykücü değil de romancı kumaşı var. Bazı öyküleri çok fazla uzatması ve kaleminin bir konuyu derinleştirmeyi sevmesi bende bu yargıyı oluşturdu. Oysa “Allah’ın Casusları” öyküsünde olduğu gibi okurda iz bırakacak derecede yakıcı ve derli toplu metinler de ortaya koyabiliyor. Genç öykücülere okunacak iyi kitaplar veya yazarlar önermektense artık emektar öykücülere bu tür önerilerde bulunmak istiyorum. Zira arkamızdan çok güçlü bir nesil geliyor ve yaşlarının avantajıyla veya sosyolojik nedenlerle bu nesil çok güçlü. Bizim bu yeni neslin kitaplarını dikkatle okumamız gerekli. Türkiye’de son senelerde hızla niceliği de niteliği de yükselen çeviri edebiyatı genç yazarların çok geniş beslenme alanlarına yönelmelerini sağladı. Bunun sonucu olarak da genç yazarlar oldukça farklı, renkli, şaşırtıcı metinler üreterek ülke edebiyatına katkı verdiler. Şimdi bu katkıları görecek gözlere, değerlendirecek, hüküm verecek kalemlere ihtiyaç var. Gençler, hep olduğu gibi, şaşırtıcı ve ilginç…

 

Ayşegül Genç: Dindar ve satirik

 

Daha önce romanlarıyla tanınmış olan Ayşegül Genç bu defa bir öykü kitabıyla aramızda Ceylan Uykusu. Genç’in öykülerini okurken ilgimi çeken ilk husus, bu metinlere “bir romancının öyküleri” diye-me-yişim oldu. Zira ister istemez dört romandan sonra öykü kitabı çıkarmış bir yazarın öykülerini okurken bunların roman türüne yaklaşan, dağılan, öykünün bütünlüğünü bozacak şekilde derinleşen bir tarafının olabileceğini düşünüyorsunuz. Bu anlamda ben Genç’in romancı değil öykücü kumaşına sahip olduğu kanaatindeyim. Yazar, öykülerinde, daha çok bir toplumsal bilinçle hareket ediyor. İslami bir hassasiyet de diyebiliriz buna. Bu hassasiyet, Genç’in dünyaya bakarken, daha çok ezenler, ezilenler; güçlüler, güçsüzler; zenginler, yoksullar; daha doğrusu varlığını hayra harcayanlar ve harcamayanlar gibi çoğaltılabilecek ikiliklerden yararlanmasıyla sonuçlanıyor. Öykü kişilerinin yolsuzluk yapmaya teşne veya tam tersine sonuna kadar, ahlaksız tekliflere direnen kişiler olduklarını görüyoruz. İlkeli veya ilkesiz; ahlaklı veya ahlaksız; hayırlı evlat veya çıkarlarına göre davranan bencil evlat gibi bir ayrım ortaya çıkıyor. Zira yazar dünyaya bakarken, kişilerini olaylar karşısında konumlandırırken bu tür imtihanlara karşı tavır alışlarını önemsiyor. Kahramanların daha çok herhangi bir anlamda kaybetmiş olduklarını görüyoruz. Ekonomik anlamda veya toplumun çeşitli kademelerinde yer edinme anlamında genellikle başarısız olmuş kişiler. Dünyada güzel yerler kapılmış ve onlar gene de kanaat etmeyi tercih etmişler. Kitabın ilk öyküsündeki başkahramanımız “reis” veya ikinci öyküsündeki kadın kahramanımız hayatta hep geri planda kalmış olmanın sızısını yaşamakla birlikte bunun onurunu da yaşıyorlar. Zira muhtemelen yazarımız, bu geride kalışın erdemle, dünyadan yer kapmış olmanın da kirli ilişkilerle ilgili olduğunu düşünüyor. Yeni yapılan konforlu apartman dairelerinin kış bahçesi gibi lüks yaşantılara açık özellikleri açıkça eleştiriliyor. Yazarın adeta İslami hassasiyetleri olan bir toplumcu gerçekçi olduğunu düşünebileceğimiz kadar çok malzeme var elimizde. Yoksulluğu ve yoksulları anlatırken, Genç’in kaleminin kıvamını bulduğunu düşünüyorsunuz. Konya’nın yoksul mahallelerinin genç kızları, “Ağlamaklı Kızlar Gibi Sessiz Sedasız” öyküsünde eşine az rastlanacak kadar yüksek bir başarıyla betimleniyor: “Eteği pardösüsünden uzun olan, çantası ayakkabısı ile uyumsuz, bir bakışı hoş görüp ikincisini tersleyen, güzel gülümseyen ama kahkaha atmasını bilmeyen, bu yüzden sesli güldüğü zaman rahatsızlık veren, yaşlılarla teklifsiz sohbet edip ayaküstü telefonlarını ayarlayan, ailesinde muhakkak bir hasta ya da engelli olan, anasının dizlerini halasının omuzlarını ovan…” Konya’nın sokaklarından Ayşegül Genç’in satırlarına düşmüş gibi duran bu enfes anlatımlar, içimizde kahramanlarımıza karşı bir büyük merhamet duygusu uyandırıyor. Kanaatimce edebiyat işte tam da bunun içindir ve bunu yaptığında vazifesini de yapmış demektir! İçimizde bir yangın çıkardığında… Son olarak, yazarın aktivist bir tarafının da olduğunu ve öykülerine bu cephesinin de yansıdığını belirtmiş olalım. İslam coğrafyasında yaşanan travmatik olaylar öykülerde karşılığını buluyor.

 

Serpil Tuncer: “Dünyadan Sonra”

 

 

Serpil Tuncer’in beşinci öykü kitabı Filler Ölüme Yalnız Gider. Kitaptaki öyküler daha çok bir serencam, bir hayat hikâyesi kurgusuna sahip. Birtakım yaşanmışlıkların başlangıcından sonuna kadar geçen uzun zaman dilimlerini özetleme yoluyla aktarıyor yazar. Dolayısıyla “ân”a odaklanan modern öykünün yerine uzun zaman dilimlerini özetleyen klasik hikâyeye daha yakın. Ölmüş insanların dünyadaki hayatlarına bakmaları, ironik bir biçimde dünyada kalan günlerini anlatmaları üzerine kurgulanan öyküler çoğunlukta. Öykü kişilerinin hastalıklı, toplum dışı, takıntılı, problemli kişiler olduklarını görüyoruz. Genellikle yaşanan hayata karşı bir pişmanlık besleniyor. Kahramanlar, kelimenin tam anlamıyla yer altında yaşıyorlar. Yazarın çok yüksek bir anlatma enerjisi var. Bu enerji okuru da metne bağlıyor. Aslında öykü yazmakla hikâye anlatmak arasındaki farkı anımsarsak, Tuncer, doludizgin hikâye anlatıyor. Kadın öykücülerde çok daha belirgin olduğunu düşündüğüm bu yazma değil de anlatma, öyküleme değil de hikâyeleme eğilimi, bir de buna kadınsı detaycılık eklendiğinde –kadınların detaycılığı ile öykü türünün detaycılığının paralelliğine dikkat edelimortaya okunurluk özelliği yüksek metinler çıkıyor. Tuncer’in CEYLAN UYKUSU Ayşegül Genç İZ YAYINCILIK 2019 FİLLER ÖLÜME YALNIZ GİDER Serpil Tuncer ANATOLIA KITAP 2019 ilgili olduğunu düşünüyor. Yeni yapılan konforlu apartman dairelerinin kış bahçesi gibi lüks yaşantılara açık özellikleri açıkça eleştiriliyor. Yazarın adeta İslami hassasiyetleri olan bir toplumcu gerçekçi olduğunu düşünebileceğimiz kadar çok malzeme var elimizde. Yoksulluğu ve yoksulları anlatırken, Genç’in kaleminin kıvamını bulduğunu düşünüyorsunuz. Konya’nın yoksul mahallelerinin genç kızları, “Ağlamaklı Kızlar Gibi Sessiz Sedasız” öyküsünde eşine az rastlanacak kadar yüksek bir başarıyla betimleniyor: “Eteği pardösüsünden uzun olan, çantası ayakkabısı ile uyumsuz, bir bakışı hoş görüp ikincisini tersleyen, güzel gülümseyen ama kahkaha atmasını bilmeyen, bu yüzden sesli güldüğü zaman rahatsızlık veren, yaşlılarla teklifsiz sohbet edip ayaküstü telefonlarını ayarlayan, ailesinde muhakkak bir hasta ya da engelli olan, anasının dizlerini halasının omuzlarını ovan…” Konya’nın sokaklarından Ayşegül Genç’in satırlarına düşmüş gibi duran bu enfes anlatımlar, içimizde kahramanlarımıza karşı bir büyük merhamet duygusu uyandırıyor. Kanaatimce edebiyat işte tam da bunun içindir ve bunu yaptığında vazifesini de yapmış demektir! İçimizde bir yangın çıkardığında… Son olarak, yazarın aktivist bir tarafının da olduğunu ve öykülerine bu cephesinin de yansıdığını belirtmiş olalım. İslam coğrafyasında yaşanan travmatik olaylar öykülerde karşılığını buluyor. psikolojik derinliği artırması, kahramanların maceralarını, uzun seneler içerisindeki yaşantılarını aktarırken bu anlatımlardaki çatışma unsurunu güçlendirmesi beklenebilir. Sanki çok derin yaraların üzerinden ima ile geçiyor.

 

Şunu da ekleyeyim: Edebiyat dünyasına bilinen edebiyat dergilerinden girip bu dergilerin kanalize ettiği belli başlı yayınevlerinden kitap çıkarmadığınızda, sesinizi duyurmanız zorlaşıyor. En azından öykücü ve şairler için böylesi bir “yazar olma”, “şair olma” yolu var. Oyun kuralına göre oynanmalı. Oynanmadığında yazarların eserlerini edebiyat dünyasına duyurmaları zorlaşıyor. Hele hele son senelerde ortaya çıkan yayın bolluğu işi daha da zorlaştırıyor. Tuncer’in öykülerini okurken bunları düşünmeden edemedim.

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.