Oylum Yılmaz’ı şimdiye kadar çeşitli dergi ve gazetelerde incelikle ve beceriyle kaleme aldığı düzinelerce eleştiri ve inceleme yazılarından tanıdık. Hâl böyle olunca, yazın sanatıyla yoğrulmuş bir yaşamın nihayetinde bu sanatın kalbine hücum etme niyetiyle denize açılması, bizi yazarın ilk eseri olan Cadı'yla başbaşa bırakıyor. Cadı, şiirsel bir üslubun eşliğinde fantastik kurgunun sahillerinde seyreden, ziyadesiyle iyi bir ilk roman. Hazır denize açılmaktan da söz etmişken, hem bu teşhisin gerekçelerini irdelemek, hem de Cadı’ya hayat veren toprakların büyülü havasını teneffüs etmek için gelin biz de İstanbul’dan denize açılarak küçük bir yolculuk yapalım.
Bostancı iskelesini sırtımıza alıp bilinçaltımızı yelkenlere üfleyerek, sonbaharın ve tarihin griye boyadığı sübliminal dalgaların arasından, Bizans ve Osmanlı tarihini kadife bir pelerin gibi sıkıca omuzlarına geçirmiş olan Prinkipo’ya doğru yol alıyoruz. Chronos’un zaman çarkına ait gıcırtılarının uğultuları ve kulağımızdaki meltemin yaramaz fısıltıları eşliğinde, 1945 haziranının serin bir akşam üzeri, günümüzdeki adıyla Büyükada’dayız. Ada’nın sıkıca dokunmuş ve sepya betimlemelerle resmedilmiş tarihi atmosferinin içinde, anlatıcının eser boyunca hem maddesel, hem de tinsel arayışı içinde olacağı; eserin başında henüz genç, fakat Ada’ya içkin olan Bizans tarihi ve mitosuyla taçlandırılmış doğaüstü güçlere sahip bir kız olan Ümran karşılıyor bizi.
Fakat bu fantastik öğeler, kurgusal bağlamda bütünü oluşturan renklerden yalnızca biri. Büyülü gerçeklik akımından çokça yararlanan eserde, insanın fiziksel gerçekliği kadar, hayalleri, düşleri, ve gerçek dışı olarak göz ardı ettiği etkenlerden mürekkep bir ontolojiye sahip olduğu vurgulanarak, gerçek ile gerçek dışılığın birbirine içkinliği vurgulanıyor. Nasıl ki Ümran’ın hikayesi, Ümran’ın kimi zaman kendi zihninde, kimi zaman da bizim gözlerimizde gerçeklik ile iç içe geçmiş rüyaları, yalanları ve anlatılarından oluşuyorsa; insanın gerçekliğinin de oluşumuna dair imgelere tutunarak, hakikatin zincirlerine karşı Tanrı’yı oynadığı hayal ve yalanlarla özdeşleşmiş oluşuna ışık tutuluyor. Öyle ki, Ümran’ın keyifle şekillendirdiği bu “tekinsiz” özdeşleşmenin okuyucunun gözlerindeki yansıması, bize bir noktada, Goethe’nin Faust’undaki Mefistofeles’in, genç Gretchen’in gözlerinde biçimlendiği, büyülü gerçekliğin hicivli betimlemesini anımsatıyor: Sie fühlt dass ich ganz sicher ein Genie, Vielleicht sogar der Tuefel bin ( Artık kesinlikle bir dahi olduğumu düşünüyor, hatta belki de Şeytanın ta kendisi!).
Bunun yanı sıra, anlatıcının arayışı içinde olduğu Ümran’ın ötesinde kalarak, sonunda hikayenin kahramanı olarak kendisini bulmasında, trajedi bağlamından çıkarılmış bir katarsis olgusuyla hikaye anlatıcılığının iyileştirici etkisine tanıklık ediyoruz. Bu noktada kahraman ile anlatıcı arasındaki bu oyuncu değişimi, bir noktada, Roland Barthes’ın, metnin okuru olmadan var olmadığı ve sadece okunduğu sürece var olacağı ve yaşayacağına dair görüşünü hatırlatıyor. Yazarın ölümü ile okurun doğuşu arasındaki ilişkide olduğu gibi, karakterin ölümü ile anlatıcının doğuşu arasındaki bu sembolik ilişki, yazın kuramı bağlamında postmodern edebiyat algısına keskin bir selam duruyor.
Askeri darbeler, kültürel yozlaşma ve rant çılgınlığı
Cadı’nın kimi zaman politik bir metin olarak da kendini gösterdiğini görüyoruz. 1945’lerden günümüze kadar gelen tarihsel süreçte, Türkiye’de ve tikel olarak Büyükada gibi bir coğrafyada yaşanan toplumsal dönüşümlerden soyutlanılmayarak, hikayenin kıvrımları daha belirgin hale getirilmiş. Özellikle 6-7 Eylül olaylarındaki psikojinin irdelenip, Ada’nın tarihi ve kozmopolit dokusuna indirilen darbelerin açtığı yaralara dikkat çekiliyor. Bunun yanı sıra, askeri darbeler, kültürel yozlaşma ve rant çılgınlığının bu yozlaşmanın üzerindeki etkisine dair ara ara çarpıcı metinlerle karşılaşmak mümkün.
Cadı kesit kesit, cinsel bir metin olarak da karşımıza çıkıyor. Tıpkı toplumsal yaşantının mevcudiyetini korumasının (Orta Çağ’daki kılıç ve asa sembolizmini günümüzde de geçerli kılarak) maddi kurumların yanı sıra, bireylerin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan tinsel “değer”lerin kuvvet ve baskısına ihtiyaç duyduğu gibi -Umberto Eco’nun da dile getirmiş olduğu üzere- bu kültürel, dinsel, cinsel, ırki, değerlere mevcudiyetini verenin de kimi zaman arkasında cesetlerden bir dağ bırakarak yükselen zaferler süzgecinin sonucu olduğunu unutmamak gerekiyor.
Haliyle, Ümran da bir kadın olması dolayısıyla, bu dağın mağrur suratlarına güneş vuran mensuplarına değil, fakat gölgesinin ürperten ayazında hezimet, endişe ve öfke ile var olan huzursuz gezginlerine ait: Saflaşma lütfen rica ederim, dram falan değil bu gördüklerin, kadınlık içinden gelen her şeyi öldürmektir birer birer. Serinkanlılıkla otur da bir düşün, bu senin kaçıncı benliğin bir türlü içine giremediğin… Bu bağlamda Cadı’da zincirleri ruhlarına sığmayan kadınların, toplumun gözünde nasıl kimi zaman anlaşılmazlık, kimi zaman kabullenilmezlik ve kimi zaman hegemonyanın propoganda savaşı bağlamında cadılaştığını, cadılaştırıldığını okuyoruz.
Kitabın, İren, Ferman ve kocakarı gibi, kimi zaman gotik işlemelerle süslenmiş fantastik öğelerini dikkate alacak olursak, bu ucubeler anlatıcının hayatına girdikçe, karanlık taraflarını kısmen geride bırakıp, anlatıcıya yakınlaşmaya, iyileşmeye başlıyor. Zaman zaman mitolojideki “incubus” isimli yaratığı anımsatan Ferman bir iblisten bir yol göstericiye, hatta bir sevgiliye dönüşüyor. Ümran’a papazların falını öğreten tekinsiz, ürkütücü Kocakarı ise doğanın işleyişini ve toprağın yolunu gösteren mistik bir natüralist haline geliyor. Böylece, romanı okurken yazarın yalnızca bizimle konuştuğu duygusuna kapılıyoruz. Çünkü; yazarın anlatısını zihnimizde resimleştirmek için emek vermemiz gibi, bu ucubeler karşımıza daha çok çıkarak bizimle tanıdık hale geldikçe, onları anlamak için verdiğimiz emeğin ve romanın iyileştirici etkisiyle birlikte kendimizi bu iblislerle mutedirlik halinde buluyoruz.
Elbette Büyük Ada’yı, Prinkipo’yu da unutmamak gerek. Adanın kendisi de efsunlu tarihçesi, çok kültürlülüğü, kozmopolit yapısı, çamları ve zambakları ile birlikte enfes doğası ve ada olmanın getirdiği izolasyon, tekinsizlik ve bunaltıyla başlı başına bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Buna terk edilmiş manastırlar, eski köşkler ve ürkütücü tasvirler ile doğa olayları eklenince, eser kimi zaman Anglo-Amerikan romantik yazınındaki ketum atmosferin biçimlendirdiği gotik imgeleri Ada’nın ruhuna uyarlayarak Türk okuyucusuna görece pek aşina olmadığı, atmosferin en kuvvetli karakterlerden biri haline geldiği farklı ve deneysel bir portre çiziyor.
Son olarak, anlatıcının kahramanının arayışında olduğu gibi, Cadı’nın ana teması “arayış” olgusunda şekilleniyor. Bunu yazarın ilk eserindeki deneysel dil ve biçim arayışıyla özdeşleştirmek de mümkün. Nietzsche “sanattan söz etmeden önce, insan bir sanat eseri yaratmaya çalışmalıdır” der. Söz konusu eserde, kimi zaman özgünlükten ötürü akıcılığa dair ufak tefek fedakarlıklara gitmiş olsa da, bu önermenin içinde kalan, çok satan olma kaygısının yaşanmadığı; üslubu, dili, kurgusu ve atmosferiyle sanatın sanat için yapıldığı, edebiyatın edebiyat için yazıldığı bir eser olmuş. Bütün bunlar göz önüne alındığında Cadı, yazarın roman okurluğu ve eleştirmenlik tecrübesini başarılı bir şekilde harmanlamasıyla parlak bir edebi gelecek vaadinin tezahürü haline geliyor.
Ne anladık şimdi bu yazıdan?
Yeni yorum gönder