Psikolojiyle haşır neşir olan insanların azımsanamayacak oranda önemli bir kısmının öncelikle kendisini anlamak, bilmek, araştırmak veya yaşadığı sorunları anlamlandırmak dürtüsüyle bu alanda at koşturmaya başladığını ifade etsem, oldukça haklı bir genelleme yapmış olurum sanırım.
İnsan kendisini anlayabildiği ölçüde başkalarını da anlayabiliyor. Kendi ruhsallığına dokunabildiği oranda başkalarının yaralarına merhem olabiliyor. Bu yüzdendir ki, bir psikolog en iyi okullarda okuyup, en harika eğitimleri alsa bile kişisel psikanaliz veya psikoterapi sürecini tamamlamazsa psikanalist veya psikoterapist olup, danışan göremiyor. Çünkü kendi tamamlanmamışlıkları, kendi anlamlandıramayışları, kendi sıkıntıları terapi odasında eline ayağına dolanabilir ve danışanla birlikte ruhsal bir uçurumun kenarına rahatça yuvarlanabilirler. Aman Allah muhafaza!
Yani lafı fazla uzatmadan diyeceğimi diyeyim; kişinin en iyi laboratuvarı kendisi. Kişi kendisi üzerinden sayısız deney yapabilir ve bu deneylerde de en hakiki sonuçları edinebilir. Tam da bu noktada, sizi kendisini laboratuvar olarak kullanan bir isimle tanıştırmaktan mutluluk duyarım; yazar ve psikanalist Marion Milner.
Milner, 1926 yılında çok ilginç bir deney yapmaya girişiyor. Amacı mutluluk anlarını fazlalaştırmak. Yirmi altı yaşında bir günlük tutmaya ve kendisini nelerin mutlu ettiğini sıralamaya başlıyor. Elbette bu süreç kolay olmuyor, bazen çok yoruluyor, bazen sıkılıyor, bazen pes ediyor, bazen motivasyonu ani bir şekilde yükseliyor. Peki sonra ne oluyor? Kendisine ait bir hayatın özeti ve kendisine ait mutlu bir son çıkıyor karşımıza. Kitap bu veriler ışığında kaleme alınıyor. Ve bu günlük 1934 yılında Kendine Ait Bir Hayat ismiyle ve Joanna Field mahlasıyla yayımlanıp, o dönemin önde gelen eleştirmenleri tarafından oldukça beğeniliyor. Türkçeye ise Metis Yayınları tarafından, Aslı Biçen çevirisiyle kazandırılıyor. Kitapta neredeyse her bölüm, Robinson Crusoe’un yazarı Daniel Defoe’nin alıntılarıyla başlıyor. Bu da yazarın Defoe’yla olan içsel tanışıklığına dair merak ve sempati uyandırıyor.
Bilinçdışına yolculuk
Marion Milner, kendi bilinçdışına yaptığı keşif yolculuğunun sonuçlarından şaşkınlıkla bahsediyor: “Elbette mesleki çalışmalarım dolayısıyla ‘bilinçdışı zihnin’ içeriği ve alışkanlıkları üzerine pek çok tanım okumuştum ve bilinçdışı tanımı gereği , yardım almadan kendimde bilemeyeceğim bir şeydi. Ama psikanalistin karanlık krallığıyla, bilinçli düşüncemin işlenmiş toprakları arasında bulunan ıssız bölgeyi kendi kendime büyük bir randımanla keşfedebileceğimi bilmiyordum. “
Kitap boyunca Milner’ın düşünme edimiyle, zihniyle, zihin oyunlarıyla yaşadığı hesaplaşmaya da şahit oluyoruz. Çoğu zaman zihninin sesini kısıp, hissetmeye daha fazla odaklanmaya çalışıyor. Kitap bu anlamda psiko-zen bir tavır da sergiliyor: “Ne istediğimi hâlâ düşünerek bulmaya çalıştığım anlaşılıyor, ancak düşünmeyi bıraktığımda gerçekten ne istediğimi anlayabileceğimi henüz keşfetmemiştim. (...) Acaba görmezden gelemeyeceğim mahrem bir gerçeklik, bilmekten ziyade hissetmekle ilintili bir gerçeklik olamaz mıydı?”
Yazar, çalışmasının sonunda kendi deyimiyle farkındalığının yoğun bir şekilde genişlediğine şahit oluyor, gördüğü şeyi düşündüğü kadar hissediyor da. Zihnini daha kontrollü bir şekilde kullanıyor ve zihninin onun tüm varoluşuna hakim olmasını engelliyor, zihniyle kurduğu özdeşimin dışına çıkabiliyor: “Normalde dışarıdaki şeylere kafamdan bakardım, sanki kafam kendimi içine kapadığım ve pencerelerinden dışarı bakıp olan biteni seyrettiğim bir kuleydi. Şimdi istediğim zaman dışarı çıkabileceğimi, aşağı inebileceğimi ve olan bitenin bir parçası olabileceğimi keşfediyordum, böylece kulenin mesafeli yüksekliğinden göremediğim bazı şeyleri deneyimleyecektim.”
Marion Milner, psikanalist kimliğinin yanı sıra bir yazar olarak yazma edimine duyduğu ihtiyacı da şu sözlerle ifade ediyor: “Öyle görünüyordu ki sadece zihnimin yüzeyindeki kırışıklıkların farkındaydım ama düşünceyi yazma eylemi, beni geçmişin yoğun bir şekilde canlılığını koruduğu başka bir ortama geçiriyordu. Zihnin bu derin sularının sakinlerini görmek, huyunu suyunu bilmediğim mahluklarla karşılaşmaktan dolayı biraz huzurumu kaçırsa da yazma eylemi beni şaşırtıcı ölçüde rahatlatıyordu, bu yüzden de ne zaman endişeye gömülsem bu yöntemi kullanmaya başladım.”
Kendine Ait Bir Hayat, psikanalitik bir deneyimi kaleme alsa da, yazarın bilinçli arzusuyla psikanalitik terimlerden oldukça uzak kalıyor. Tam da bu sebeple bizim de kendimize ait bir hayatı samimi bir tarzla sorgulamamıza, şansımız varsa da bulup sahip çıkmamıza olanak tanıyor.
Kitap, sonuç değil süreç odaklı bir yaşama öykünüp, yolda ve akışta olma halini çok başarılı bir şekilde özetliyor. Bu hayat akışında suyun bazen bulandığını, bazen buharlaştığını, bazen buzlandığını ama en nihayetinde ille de aktığını ifade edip, içimize korkusuzca dalabilmemizi salık veriyor. Yazarın kaleme aldığı kitapların arasında yine bir deneyi konu aldığı bir çalışması daha var: An Experiment in Leisure (Bir Aylaklık Deneyi). Umarım bu kıymetli eser de en yakın zamanda, iyi bir çeviriyle okuyucuyla buluşur.
* Görsel: Uğur Altun
Yeni yorum gönder