Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Punk'ın Azize'sinden bir Güzelleme



Toplam oy: 1492
Patti Smith
Domingo Yayıncılık

Tarih: 10 Temmuz 1999, Yer: İstanbul, Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi. Gece başlamadan önce nasıl bir gece yaşayacağım ve o gecenin hayatımda nasıl önemli bir yere sahip olacağı konusunda hiçbir fikrim yoktu. Müzik konusunda sıradan bir dinleyici olmanın ötesine gidememişimdir. Hatta kendi standartlarımla cehalet sınırında olduğumu bile söyleyebilirim. Bu gece ile ilgili sağdan soldan duyduklarım, okuduklarım var ama yine de ne ile karşılaşacağımı bilmiyorum. Konser başlıyor, sahnedeki ince, uzun boylu, uzun siyah saçlı, koyu pantalon ve gömlekli kadın daha ilk notalar ve sözlerle birlikte bütün kitleyi avuçlarının içine alıyor. Tuhaf bir elektrik bu, karşı konulmaz bir çekim gücü, herşeyimle kilitleniyorum ve genellikle müziğe, ritime direnen ve kasılan bedenimi bu büyücünün, bu azizenin ellerine bırakıyorum, kendimi ayağa kalkmış dans ederken buluyorum. Benim bu hâlime alışkın olmayan sevgilim şaşkınlıklar içerisinde. Konserin ortalarında Patti'nin olağanüstü bir şekilde seslendirdiği Ginsberg'in şiiriyle göğe yükseliyorum. Gecenin sonunda Patti gitarının tellerini parçaladığında ise tarihi bir gece yaşadığımdan artık hiç şüphem kalmıyor. Patti Smith ile aynı dünyada nefes almanın, onu dünya gözüyle görmüş olmanın ne kadar önemli olduğunu idrak ediyorum. Konserin etkisinden günlerce, haftalarca çıkamıyorum.

İşte benim Patti Smith miladım budur. Ertesi günden itibaren onun izini sürmeye başlamıştım. Şarkılarının, şiirlerinin, fotoğrafları, kitaplarının peşindeydim artık.  Onu en az bir kere daha canlı dinlemeye azmetmiştim. 2007'de bu da oldu: bu kez Babylon'da çok daha yakından onun o muhteşem karizmasına teslim ettim kendimi. Bir Patti Smith konserinde hissettiğim şudur: Sonsuza kadar sürsün bu yaşadığım!

Domingo yayınlarından çıkan 2010'un çok satanlarından, ödüllü kitabı “Çoluk ÇocukPatti Smith olgusunu anlamak yolunda çok önemli ipuçları veriyor. Bazı insanlar bir şekilde sanatçı olarak doğuyorlar, bunun farkına varıyorlar, sanatçı olmak için müthiş bir mücadele veriyorlar, ve başarıyorlar. Patti müthiş zekası ve hafızası ile kendi sanatçılığının çocukluğundaki kökenlerinin izini sürüyor ve kitabına çok etkileyici bir çocukluk anısı ile başlıyor. Annesi çocukken onu nehir kıyısındaki bir parkta yürüyüşe çıkarırmış. Nehrin bir bölümünde oluşan bir göletde çocuk Patti “suyun üzerinde eşsiz bir mucize” görür, “Beyaz tüyden bir elbisenin içinden uzun, kavisli bir boyun” çıkmaktadır. “Heyecanımı fark eden annem kuğu, dedi. Kuğu, geniş kanatları ile parlak suyun yüzeyin çırparak göğe yükseldi. Bu kelime, hayvanın görkemi ve bende yarattığı duygular karşısında kifayetsiz kalıyordu. Gördüğüm manzara sözlerle anlatılamayacak bir dürtüyü ortaya çıkarmıştı; kuğudan bahsetmek için arzuyla dolup taşıyordum, beyazlığı üzerine bir şeyler söylemek, hareketinin o şiddetli görkemini ve kanatlarının o yavaş çırpınışını anlatmak istiyordum. Kuğu gökyüzü ile bir oldu. Hissettiklerimi anlatabilmek için kendi sözcüklerimi bulabilmek için çabaladım. Kuğu, diye tekrar ettim, tam anlamıyla tatmin olamadan, ve bir sancı hissettim içimde, tuhaf bir özlem; etraftakilerin, annemin, ağaçların ya da bulutların fark edemedikleri.”

İşte sanatı yaratan bu şaşkınlık duygusu olmalı. Sanatçı, sıradan insanın göremediklerini görebilen, şaşıramadıklarına şaşıran, ve başkalarına kendi gördüklerini, kendi şaşırdıklarını anlatmayı başararak görmelerini ve şaşırmalarını sağlayan ayrıcaklı insan türü... Kitabı okuyup bitirdikten sonra hâlâ bir karar verebilmiş değilim: bu kitap kimin hakkında? Anlatılan Patti Smith mi yoksa büyülü ve bitmez tükenmez bir aşk, bir yoldaşlık paylaştığı Robert Mapplethorpe mu? Ayırdedemiyorsunuz, ve Patti'nin tam da bunu yapmak için bu kitabı kaleme aldığını, bunu da başardığını idrak ediyorsunuz. Bu kitap onların kendilerini adlandırdıkları biçimiyle “biz”, yani onların kitabı. Sanatsal arayışları, yaratım süreçleri birbirinden ayırt edilemeyecek derecede iç içe geçmiş iki genç nsanın, “çoluk çocuğun” 1960'lar ve 70'ler New York'undaki mücadelesi hakkında.

Kitabın benim için sürpriz ve en hoş bölümlerinden birisi de Chelsea Hotel'in o efsanevi döneminin ayrıntılı olarak anlatıldığı kısmı oldu. Chelsea Hotel'in nasıl bir yer aldığını anlamak için şu sayfaya bir göz atmanız yeterli olacaktır: http://en.wikipedia.org/wiki/Hotel_Chelsea .  Herhalde dünya sanat tarihinin en ilginç mekânlarından birisi olsa gerekir. İnsanın o dönemde bu otelde kalıp da sanata bulaşmamak mümkün değil herhalde diyesi geliyor. Genç Patti ve Robert'de kendi arayışlarının, sanatsal yolculuklarının başlarında sokakta kaldıklarında bu otelin en küçük odasına sığınırlar. Bir yandan Chelsea Hotel onların oluşmalarına katkı sağlarken, öte yandan onlar Chelsea Hotel efsanesinin temel direklerinden olacaklardır. Söz Chelsea Hotel'den açılınca Leonard Cohen'in Chelsea Hotel No 2'sine bir selam göndermeden geçemeyiz: “I need you, I don't need you.”

 

Anlaşıldığı kadarı ile kitabın temelini Patti'nin günlükleri oluşturuyor. Patti New York'a ayak bastığından itibaren detaylı bir günlük tutmuş olmalı. Dolayısıyla bu kitap normal bir anı kitabı olmanın ötesinde Modern Amerikan Sanatının en kritik dönemine ait tarihi bir belge niteliği de kazanıyor. 70'lerin sonlarında Patti'nin kendisinin de pek ummadığı bir şekilde müzik dünyasına adım atmasıyla birlikte detaylı günlük tutma döneminin sonunun geldiğini anlıyoruz. Kitabın da kapsadığı dönemin sınırını bu yıllar oluşturuyor. Bir kez daha vurgulayalım, kitap bir Patti Smith hikâyesinden ziyada Robert'e söz verdiği gibi onların hikâyesi. Böyle olduğu için de Robert'in 1989'daki ölümüyle sona eriyor.

Kitabı okuyup bitirdiğimde, bu bir hazine niteliğindeki hikâye karşısında küçük Patti'nin kuğu karşısında yaşadığı şaşkınlığı ve yaratıcı çaresizliği yaşıyor, bu kitap hakkında kendi sözcüklerimi bulmak için çabalıyorum, ama maalesef ben bir sanatçı değilim, çaresizliğimle okuduklarımın yarattığı ruh hâlinin keyfini çıkartıyorum.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.