Sigmund Freud, bir zamanlar öne sürdüğü dişilin edilgen, erilin de etkin olduğu söylemini 1932 yılında yayımladığı Kadınlık adlı makalesinde çürütür ve şöyle der: “Edilgen bir hedef sağlayabilmek için oldukça önemli bir etkinlik sergilemek gerekmektedir.” Freud’un bu makalesinde özellikle ifade etmek istediği nokta şudur: Kadınlığı anlayabilmek için anatomi yeterli olamıyorsa, -zira aynı anatomik özelliklere sahip farklı bireyler, farklı psişik özellikler sergileyebiliyorlar-, nasıl oluyor da bir davranışı ya da duygulanımı dişil ya da eril olarak tanımlayabiliyoruz? Etkinlik ya da edilgenliğin bunun cevabı olmadığını da ileri süren Freud, annedeki etkinliğe, bebeğin de anne gibi etkin olma arzusunu ele alarak bu eşleşmenin cinsiyetlerle birebir örtüşmediğini söyler. Ayrıca edilgen olmakla, kendine edilgen bir hedef tutturma arasında da önemli bir fark vardır. Bir başka deyişle kendisini edilgen olmaya koşullamak oldukça etkin bir davranıştır.
Bu düşüncelerden yola çıkarak Freud’un belli noktalarda üstü kapalı da olsa “queer” bir açılım oluşturmaya çalıştığı söylenebilinir.
Queer kuramı, ne olduğuyla değil neye karşı olduğuyla kendini ortaya koyan bir teori. Cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsel pratiklerle ilgili her türlü sınırlamaya, etikete ve dolayısıyla kimlik ve cinselliğin üzerine kurulduğu tüm kategorilere karşı durur. “Normali”, normalliği kuran normların kuruluş ve işleyiş yapısını sorgularken amacı dışarıda kalanın merkeze çağrılması değil, bizzat merkezin dağıtılmasıdır. Her türlü kavramla ilgili ama özellikle cinsiyetle ilgili algılarımıza damgasını vurmuş ikili düşünce kalıplarına (cinsiyet/ toplumsal cinsiyet; eşcinsellik/ heteroseksüellik; kadınlık/ erkeklik) ve bu kalıpların beraberinde getirdiği uyumluluklara (kadın, kadın gibiyse erkeğe arzu duyar) karşı, cinsiyet/ toplumsal cinsiyet/ cinsel yönelim kimliklerinin hiçbirinin “doğal” olmadığını, tarihsel, kültürel ve toplumsal olarak kurulduğunu ve dolayısıyla iktidar ilişkilerinden bağımsız düşünülemeyeceğini savunuyor.
Peki, tüm bu kısa açıklamalardan sonra acaba queer bir psikoterapi modelinden bahsedebilir miyiz? Veya bir psikoterapi sürecinin queer bir bakışla incelenmesi mümkün olabilir mi? Psikanaliz ve queer birbirleriyle hangi oranda ilişkili ve mesafeli?
Yol arkadaşım depresyon
Eve Kosofsky Sedwick, Ayrıntı Yayınlarından çıkan ve Türkçe’ye çevrilmiş ilk kitabı Aşk Üzerine Bir Diyalog isimli eserinde, elimizden tutup bizi bu soruların arasında bir gezintiye çıkarırken aynı zamanda yazarın kendi naif, kırılgan ve bir o kadar da güçlü arka bahçesinde soluklanmamızı sağlıyor.
Görünen o ki; bir hasta olarak görülmek istiyorum. “Ah, sanırım sana danışanım demeliyim, hastam değil” demişti Shannon bir keresinde, “ama bize okuldayken böyle öğrettiler, değişmesi zor gibi gözüküyor.” Kaldı ki ben “hasta” denmesinden hoşlanıyorum. Doğru, çok hasta olabiliyorum. Ve Shannon da bundan hoşlanıyor; yani bu kelime bende dışlanmışlığım yönünde bir his yaratmıyor.
Yukarıdaki cümlelerle başlıyor kitap. Bu cümlelerle başlaması benim de bu yazıya queer kavramıyla giriş yapmama yol açıyor.
Queer konusu hayatımda çok merkezde bir yerde duruyor. Hatta cinselliğim şöyle dursun, bir yetişkin olarak eylediğim ve sevdiğim her şeyin tam da ortasında yer alıyor.
Eve Kosofsky Sedgwick, 1950- 2009 yılları arasında yaşamış, çok çeşitli çalışmalarda bulunmuş Amerikalı bir queer teorisyeni, akademisyen, yazar, şair. Epistemology of the Closet (Dolabın Epistemolojisi) adlı kitabı belki de kitapları arasında en ünlü olanı ve Queer Kuram dendiğinde ilk akla gelen eserlerden. Ne yazık ki henüz Türkçe’ye çevrilmemiş. Eve, 1991 ylında göğüs kanseri teşhisiyle birlikte yol arkadaşım diye nitelendirdiği depresyonun ardından yeni bir element olarak tanımladığı psikoterapi desteğine başlıyor:
Hayatın bir gerçeği, afallatıcı çekim gücüyle bana sunuluyor, yeryüzü gibi,
yeni bir ihtiyaç halinden çok,
yeni bir element olarak...
Psikoterapi süreci hakkındaki kanaati bir çeşit ılık banyo gibi olduğu:
“Büyük hantal gövdemi yavaşça içine bıraktığım ılık su”
Kitap, Eve ve terapisti Shannon Van Wey’in terapi sürecinde aldıkları notlardan oluşuyor. Bu notlarda ölüm korkusu/ arzusu, iç/ dış dünyayla kurulan ilişki, cinsiyet/ cinsiyetsizlik, içsel imajlar, beden algısı, hastalık, çocukluk, annelik, cinsellik gibi kavramların nasıl konumlandığına eşlik ediyorsunuz. Bu notlar çoğu zaman şiirsel, akışkan, haibunvari* diyaloglar şeklinde aktarılmış olsa da bazen terapistin ve hastanın iç içe geçmişliğine tanıklık edip, kendinizi kocaman bir monoloğun içinde bulabiliyorsunuz. Ancak bu monolog kapalı, sıkışmış, boğucu değil; aksine sayısız pencereleri bulunan, oldukça havadar bir biçimde sizi etkisi altına alıveriyor.
“Bir beklentim yoktu başlarken: benden çok daha büyük ve güçlü mü olacaktı? Ben ondan çok daha büyük ve güçlü mü olacaktım? Biz birbirimiz karşısında bedensiziz.”
Eve, kitaptaki diyaloglarda çoğu zaman yaşamıyormuş da, yaşama maruz kalıyormuş izlenimi veriyor. Bu durumu, “yaşamak istemediğimi hissetmek! Bu, hatırlayabildiğim en eski duyumsamalardan biri” sözleriyle ifade ediyor.
Yaşamda kalmak onu zorluyor ancak bu zorlanmayı yaşama çabasına dönüştüyor ve çoğu zaman da yorgun düşüyor. Bu yorgunluğu gidermek için ölüm, Eve’e huzurlu bir dinlenme olanağı sunan, oldukça davetkar bir kucak gibi gözüküyor.
Ama ölümü düşünmek
Bir güven duygusu veriyordu.
Soluklanma. Sarmalanma.
Psikoterapi süreci, önce dağıtan hatta darmaduman eden sonra da dağıttıklarını özenle toparlayan bir süreç. İki kişinin birlikteliğinin en geçirgen, en mahrem, en sahici ilişkisel alanı. Kimliksiz, tanımsız bir aşk söylemi. Aynalayan, kapsayan, tutan; durabilmeyi, duyabilmeyi, dengelenmeyi sağlayan. En karanlık taraflarımızı gören, gösteren ve dönüştürmeye olanak veren bir süreç.
Eve’in deyimiyle:
Bir başkasıyla konuşmanın,
Aynı zamanda kendimle konuşmak olduğu bir uzam.
Bazen biz de, okuyucu olmaktan çıkıp terapist ya da Eve’in deyimiyle “hasta” rolüyle katılıveriyoruz satırlara. Dışarıdan değil, içeriden eşlik ediyoruz. Ve tam da bu noktada aslında kimi, hangi rolle okuduğumuz kitabın bitiminde düşünülmesi gereken en önemli sorulardan biri belki de...
Kitap, bizi Eve’in iç dünyasını keşfetmemizi sağlarken, onun sadece edebiyat ya da akademik çalışmalarıyla değil; -elişi- adını verdiği kolajlarıyla, budizmin ve psikolojinin üzerindeki etkisiyle, sevdiği filmler, şiirler, hayatındaki kişilerle de tanışmamıza vesile oluyor.
Aşk Üzerine Bir Diyalog, bambaşka bir aşk ve bambaşka bir diyalog tanımını aslında tanımsızlığını -belki de buna queer demeliyim- fikrimize düşürüveriyor.
Ah, doğru, hep unutuyorum, dünya üzerindeki bir sürü insan için “aşık olmak” mefhumu (o kadar şeyin arasında) cinsel çağrışımlara sahip. Hayır, bence olan bu değil. Bana göre aşık olmanın anlamı farklı. Bu ani, küresel bir “bilme” hali; diğer kimsenin temsil ettiği yegane erişimi, hayati önemde bir bulaşıcı gerçeğe
veya gözalıcı biçimde
yükselmiş algı biçimine
ve bu mahrem ipi kaçırırsan hem ruhun hem bütün dünya sonsuza kadar çöl benzeri bir varoluşsal fakirliğin içinde varlığını sürdürür.
Eve, terapistini kullanış biçimlerinden birisinin daha fazla içe dönmek için bir bahane olduğunu ifade ediyor. Ve terapistiyle kurduğu ilişkide sık sık annesine vurgu yapıyor. Annesine vurgu yaptıkça kendisine çarpıyor. Çocuk Eve, anne Eve, kadın Eve iç içe geçiyor ve kimi zaman bizleri içinden çıkamadığımız bir duygu-düşünce yumağına sokuyor. Kayıplarla, korkularla, fantezilerle, rüyalarla, çelişkilerle ve elbette ruhsal dirençlerle ve itiraflarla bezeli bir yumağın ortasına atıveriyor. Eve’in içinde gelişen akademik, politik, kişisel tohumlarının nerelerden beslendiğini gösteriyor. Birtakım hallerinin kökenlerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
Ve bazen kendisi bir terapistmiş gibi Shannon’la beraber anlamaya çalışıyor çocuk olan Eve’i.
Sanki Shannon ve ben, Eve’in uyguladığımız pedagojilere direnişine yarı bezgin yarı hayran bakan ebeveynleriymişiz gibi. Kızımız gerçekten istisna olsa gerek, ha? Ya da belki de ebeveynden ziyade (çocukluğun en fanteziyle dolu, saklı sahnelerinden biri olan) ebeveyn-öğretmen toplantısındaymış gibi davranıyoruzdur.
Çevirmenliğini Özge Karlık’ın yaptığı, oldukça kapsamlı ve doyurucu önsözünü Sibel Yardımcı’nın yazdığı Aşk Üzerine Bir Diyalog, hem queer hem de psikanalitik bir okumaya açık olmasının yanı sıra, bir psikoterapi odasının en ortasına bizi yerleştirmesiyle bazen zorlayıcı ancak bu çabayı fazlasıyla hakeden bir zihin-ruh devinimi sağlıyor.
Bazen kafa karışıklığı yaratıp, ezberimizi bozup; bizleri tekinsiz rotalara sürükleyip, allak bullak etmesiyle de bir kitabın yapabileceği en kıymetli işlevi yerine getiriyor.
*17. yüzyıla ait, genellikle seyahat anlatılarında kullanılan Japon biçemi
* Görsel: Kaan Bağcı
Yeni yorum gönder