Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Rahatsız edici bir roman



Toplam oy: 198
Christian Jungersen // Çev. Gizem Kastamonulu
Ayrıntı Yayınları
Christian Jungersen, insanlardaki “arızaları”, kötülüğü bulup çıkaran anlatılarıyla dikkat çekiyor.

İstisna ve Kayboluyorsun romanlarıyla tanıdığımız Christian Jungersen, kariyerinin ilk romanı Çalılık’ta, yaşlı bir adamın inançlarına ve hayatında yaptığı seçimlere dair nefes kesici bir hikaye anlatıyor... Çalılık, iki erkek –Paul ve Eduard– arasında yaklaşık 70 yıl boyunca süren karmaşık ama yoğun bir ilişki etrafında kurgulanmış. Hikayenin merkezinde artık 82 yaşına gelmiş Paul var. Daha doğrusu Paul’ün anıları; Paul’ün hafızasından yansıyanlar eşliğinde geçmişe doğru uzun bir iç yolculuğa çıkıyoruz. Öğrenciliğinden meslek hayatına, evliliğinden boşanmasına, kendisinde büyük bir travma yaratan kızı Louise’e olan özleminden ondan daha büyük bir travmaya neden olan Eduard’la ilişkilerine kadar pek çok şey geçecek Paul’ün aklından. Bugünden geriye doğru yayılan ve geniş bir zaman dilimini kapsayan anılar beraberinde zorlu bir hesaplaşmayı da getirecek elbette.

Paul’ün hatıralarının özetini yaparak başlayalım: Paul ile Eduard, 1920'lerde Kopenhag'ın üst sınıfa mensup ailelerin çocuklarının gittiği bir lisede, son sınıftayken tanışırlar. Paul, kendisinden iki yaş büyük Eduard’dan –sonraki bütün hayatını yönlendirecek ölçüde– etkilenir: “Paul Eduard’ın geniş kitap bilgisini, deneyimini, cazibesini, otoriteye karşı olan cesaretini, kızlara davranış şeklini emiyordu. Eduard’ı yakalıyordu ama henüz bire bir aynı değillerdi. Yine de planlama toplantısında argümanlarının su tuttuğuna kendini ikna etti. Asıl demek istediği, ay boyu süren tartışmaları sebebiyle, o ve Eduard’ın aynı yolda ilerlediğiydi. Aralarındaki tek fark Eduard’ın ikisinin de ideal olarak gördüğü yere doğru daha ileride olmasıydı”...

Yaklaşık beş aylık süreyi aynı evde geçiren iki genç iyice yakınlaşır... Başlangıçta Eduard’ın anlattıklarını hayranlıkla dinleyen Paul için Eduard sıkıcı bulduğu eski hayatının anti tezidir. Dağılmış bir ailenin ilgisizliğinden şikayetçi olan Eduard için ise Paul’ün birbirine ve geleneklerine sıkı sıkıya bağlı ailesi, hissettiği boşluğu dolduran bir yuva... Tuhaf bir ilişkidir onlarınkisi. Bir arkadaşlarının söylediği gibi: “İki insanın karşılıklı bir diğeri olmayı istemesi ve diğerinin hayatını yaşaması çok acı”dır.

Ne var ki, zaman ilerledikçe sorunlar da başlar. Paul, Eduard’ın kişiliğinden ve hikayelerinden kuşkuya düşmüştür. Çelişkiler derinleşir ve ilişkileri kopar. Ancak birkaç yıl sonra yeniden bir araya geldiklerine ilişkileri bıraktıkları yerden yeniden başlar. Paul’ün evliliğinde, kızı Louise’in doğumunda, babalığının ilk yıllarında, iş hayatında hep yanındadır Eduard. Ve sonra, hiç beklenmedik gelişmeler yaşanır; öyle ki iki arkadaş bir daha hiç görüşmemek üzere kavgalı biçimde yeniden ayrılırlar... Şimdi hastane yatağındaki Paul, ölmeden önce Eduard'ı tekrar görmeye karar verir. Ama hiçbir yerde kaydı bulunmayan Eduard’ı bulmak o kadar kolay olmayacaktır...

 

İnsanın ve gerçekliğin özü


1962 doğumlu Danimarkalı yazar Christian Jungersen, ilk romanı Çalılık’tan önce pek çok metin, senaryo, oyun ve hikaye yazmış ama hiçbirini yayımlatamamış. Dört yıl üzerinde çalıştığı Çalılık da ilk gönderdiği yayınevi tarafından geri çevrilmiş. Ama, nihayet şansının döndüğü 1999 yılında kitap haline geldiğinde büyük bir başarı kazanan Çalılık, Jungersen’e yazarlık yolunu da açmış aslında. Ardından gelen diğer romanlarıyla Danimarka’nın en çok satan yazarı ünvanını kazanan ve çok sayıda ödüle değer bulunan Jungersen insanlardaki “arızaları,” arzularla kışkırtılan kötülüğü bulup çıkaran anlatılarıyla dikkat çekiyor. Daha önce Türkçeleştirilen her iki romanında söz konusu temaları çok çarpıcı hikayelerle işlemişti; Çalılık da, Jungersen karakteristiklerini sergileyen, güzel ve rahatsız edici bir roman.

Romanlarının yayım tarihlerine bakıldığında Jungersen’in üretken bir yazar olmadığı söylenebilir. Bu durumu romanlarının hazırlık dönemine çok vakit harcamasıyla açıklıyor. Gerçekten de hikayelerinin geri planı çok sağlam bilgilere dayalı. Ancak okuyucuyu bilgilendirmeyi amaçlamıyor Jungersen; yarattığı karakterlerin maruz kaldıkları olaylar sonucu hissettiklerini, psikolojilerini ve düşüncelerini önce kendisi kavrayabilmek için kullanıyor bu bilgiyi. Şöyle özetlemiş bir söyleşisinde; “Benim yazarlık karakterim, yarattığım karakterimin hislerini anlatırken kendi hislerim hakkında yazmamdır. Böylece anlatının hem iç hem de dış dünyası tamamen gerçek gibi görünüyor.” Yazma tekniği, hiç kuşkusuz yazarlık anlayışıyla sıkı sıkıya ilişkili: “insan olmanın ne anlama geldiğini araştıran anlatılarla ilgileniyorum. (...) Benim için önemli olan –bu şaşırtıcı sisin içinde– denemek, dünyaya bakmanın yeni bir yolunu bulmak.”

Edebiyatı, insanı ve toplumu anlamanın ve anlatmanın bir aracı olarak gören Jungersen, Çalılık’ta, söz konusu tarihsel dönemin gündelik olaylarından ziyade o çağın duygu ve düşünce biçimlerini öne çıkarmış. Anlattığı hikayenin odak noktası Paul ve Eduard arasındaki ilişki, daha doğrusu ilişkinin muğlak niteliği. İşte bu muğlaklık, Jungersen’in farklı sorgulamalara yönelmesine imkan sağlıyor. Paul’ün geçmişi gözden geçirip yeniden yorumlarken karakterindeki değişimi de yakalayabiliyoruz. Kişinin bakış açısına bağlı olarak belleğin değişimini, çok bariz görünen bir şeyin aniden karmaşık ve bağlam dışı kaldığını, hayat hikayesindeki önem sırasının sürekli farklılaştığını ve sonuçta insan belleğinin ve bağlandığı gerçekliğin devasa bir yapboza dönüştüğünü izliyoruz. Bu durum, Paul’ün anlatısını şüpheli bir hale getiriyor: Paul ile Eduard arasındaki ilişkide olup bitenler gerçekten Paul’ün anlattığı şekilde mi gelişmiştir? Paul ile kızının ilişkisi neden kopmuştur? Louise gerçekten onun kızı mıdır? Ve Paul’ün Eduard’ı bulmak için bu denli çaba harcamasının gerçek nedeni intikam almak olabilir mi? Yaşanan, hatırlanan ve anlatılanın farklı olduğu bir dünyada gerçekliğin özünü kavramak nasıl mümkün olabilir? Bu vb sorular eşliğinde Jungersen’in önem verdiği temalar hikaye ve hikaye kurgusuyla bütünleşiyor.

Diğer iki romanını da göz önünde bulundurarak, Christian Jungersen’in anlatı tekniğinin ustalığının altını özellikle çizmek isterim. İstisna’da polisiye kurguyu çok iyi kullanmıştı. Çalılık bir polisiye değil belki ama polisiyelere özgü merak duygusunu kurgu aracılığıyla sonuna kadar diri tutan bir roman. Çok zamanlı hikaye, zamanlar arasında mekik dokuyan bir akışla, zarif bir üslupla, ağır ağır inşa edilmiş. Zamanların ve sürdürülen hayatların farklılığını dili ve düşünceleri farklılaştırarak yakalamış Jungersen. Ama asıl yakaladığı yaşlanan, buruşan, kesip biçilen bir bedene hapsedilen yaşlı bir adamın acısı... 30’lu yaşlarda yazdığı Çalılık’ta 80’li yaşlarını sürdüren Paul karakterini çok canlı ve gerçekçi bir biçimde tasvir ediyor.

Jungersen’in yazma tekniğini ve dünya görüşünü özetleyen bir alıntıyla bitirelim: “Bazı insanlar dünya parçalanmışsa ve anlam ifade etmiyorsa, parçalanmış ve anlam ifade etmeyen bir kurguda yazmalısınız diyorlar. Hayır, tam tersine, sıkı bir hikaye yazmalısın! Ama mantıklı olmayan bir dünya hakkında. ”

 

 

Görsel: Servet Kesmen

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.