Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Rappaccini’nin kızı Havva ise…



Toplam oy: 600
Nathaniel Hawthorne // Çev. Zeynep Avcı
Helikopter
Okurların bir kısmı Rappaccini’nin Kızı’nın kadın-erkek ilişkileri hakkında olduğunu söylerken, diğer kısmı Hıristiyanlık alegorisi olduğunu söylüyormuş. Bana öyle geliyor ki, ikisi de...

Nathaniel Hawthorne’un 1844 yılında yayımlanan Rappaccini’nin Kızı isimli uzun öyküsü (novella mı demeli?) üzerine yapılan yorumlarda okur ikiye ayrılıyormuş. Bir kısmı bu hikayenin kadın-erkek ilişkileri hakkında olduğunu söylerken, diğer kısmı Hıristiyanlık alegorisi olduğunu söylüyormuş. Bana öyle geliyor ki, ikisi de... 19. yüzyıl Amerikan edebiyatının bu önemli kaleminden tek katmanlı bir metin beklenmezdi zaten.


Üst katmanda genç bir bilim adamı olan Guasconti’nin, komşu evin bahçesinde görüp, bu ilk görüşte çarpıldığı güzel Beatrice’le aralarında gelişen aşkı okuyoruz. Guasconti’nin Beatrice’e uzaktan bakarken kendisini duygularına teslim etmek ile aklının kontrolünü yitirmemek arasındaki sıkışmışlığı öykünün önemli bir kısmını kapsıyor. Simgeleri ve göndermeleri fark etmeyen bir okur için Guasconti ile Beatrice’in imkansız aşkına değinen ve Doktor Rappaccini’nin gizemli bahçesini anlatan bir metin söz konusu. Özellikle Guasconti’nin Beatrice’i izlerken ya da onu düşlerken kullandığı dilin lezzeti nedeniyle, tragedyalarla da bir akrabalığı olduğu söylenebilir.


Öte yandan, aslında sırf bu üst katmanıyla okuduğumuzda da yalınkat bir aşk hikayesiyle karşılaşmıyoruz. Akıl ile duygu arasındaki çarpışma, Guasconti’nin yaşadığı büyülenmeye karşı kuşkucu ruh hali müthiş bir duyarlılıkla aktarılıyor. Ayrıca bence aşka ilişkin felsefi bir okumaya da açık bir metin söz konusu. Özellikle Guasconti’nin, Beatrice’e her baktığında onu farklı bir şekilde algılaması meselesi; aşkın yanılsamaları üzerine düşünmeye davet ediyor okuru...

Havva’yı yaratan Tanrı değil miydi?


Peki Guasconti’nin Beatrice’i sıradan bir fani olarak algılayamaması aşka düşmüş olmasından mı, yoksa gizemli bir başka hikaye de söz konusu mu? İşte metnin ikinci katmanına açılan kapı tam da burası. Bu gizemli hikaye, Beatrice’in babasının bir bilim adamı olarak yaptığı deneylerle ilgili. Hikayenin ayrıntılarına girerek okuma zevkini kaçırmak istemiyorum ama şu kadarını söyleyebilirim ki, Doktor Rappaccini’nin bahçesi sıradan bir yer değil. Orada üretilmiş olan zehir pek çok şeyin metaforu olabilir. Aşkın ölümcüllüğünden tutun kadının şeytaniliğine, ayartıcılığına kadar. Bahçe pek çoklarının söylediği gibi Aden Bahçesi’yse, -ki bu bana da son derece akla yakın geliyor- o zaman kadının ayartıcılığı meselesi de kolaylıkla Âdem ile Havva hikayesine bağlanabilir. Rapaccini’nin Kızı Âdem’den çok Havva’nın hikayesi olarak bile okunmaya açık.


Havva üzerinden resmedilen kadın imgesi, Rapaccini’nin Kızı’nda farklı bir okumaya tabi tutuluyor bana göre. Erkeğin aklını karıştıran, onu zehirleyen, onu günaha sevk eden kadın, bir gerçeklikten çok, erkeğin paranoyası ve hatta tasarımı olarak görülüyor. Hawthorne öykünün Havva’sı Beatrice’i aklıyor. Aklamakla kalmıyor, onun trajedisindeki sorumlunun baba (Tanrı) olduğunu söylemiş oluyor. Dolayısıyla kimse okurun şu yorumu yapmasına şaşırmamalı: Havva’yı yaratan Tanrı değil miydi? Tıpkı Beatrice’i yaratanın baba olması gibi…


Bu arada ilginç bir ayrıntıdan söz etmeli. Guasconti bahçeyi gördükten sonra şöyle bir cümle geçiyor: “Yani bu bahçeye yeryüzü cenneti, kendi elleriyle yetiştirdiklerinin zararından korkan o adama da Âdem demek mümkün müydü?” Böylece Hawthorne, bahçenin neye gönderme olduğunu da açıkça belli etmiş oluyor. Peki ama Beatrice’in babası neden Âdem olarak mimleniyor burada? Hani Âdem Guasconti’ydi? Belki de yazar Âdem ile Tanrının aslında birbirinden o kadar da farklı olmadıklarını söylemek istiyor. Nihayetinde Beatrice hem sevdiği erkeğin paranoyasının hem de yaratıcısı babanın kurbanı oluyor. Bu yönden öykü ayrıntılı bir feminist okumayı da hak ediyor.


Son olarak çevirmen Zeynep Avcı’ya bir sorum olacak. Avcı kitaba yazdığı önsözde bir bilgi aktarıyor. Öykü ilk kez bir dergide çıkmış ve sonra yazarın bir kitabına girmiş. Her ikisinde de, Hawthorne öykünün başına bir sunuş koymuş. Bu sunuşta da öykünün kendisine ait olmadığını, M. de l’Aubepine isimli pek tanınmamış bir yazar tarafından kaleme alındığını söylüyormuş. Hawthorne’un okurla bir oyun oynadığını açıklıyor Avcı. Ancak bu sunuşu Türkçeye çevirmediğini de belirtiyor. Neden çevrilmediğini ve bu kitaba alınmadığını merak ediyorum. Ne de olsa yazarların okura oynadıkları bu tür oyunlar da kurmacaya dahildir. Aksi halde Hawthorne’un kendisi o sunuşu öykünün başına koymazdı, öyle değil mi?

 

 

 


 

 

 

Görsel: Nora Yeksek

 


Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.