Nabokov cenneti tarif ederken, orada kayıp sevdiklerimizle kayıp eşyalarımızı bulacağımızı söyler. Arşivlenmeyen, saklanmayan, tasnif edilmeyen, kaybolan bütün eşyalarımızı, bütün mektupları ve üzeri karalanmış defter sayfalarını, küpe teklerini ve güneş gözlüklerini, şemsiyeleri ve fularları, fotoğrafları ve eldivenleri... Halbuki Rebecca Solnit eski anılarla, fotoğraflarla, eşyalarla yıllar sonra karşılaşmanın yarattığı tekinsizlikten, netameli aşinalıktan söz ediyor. Çocukluk elbisemizi yıllar sonra görmek tuhaf bir durumdur. Karşımızdaki tanıdık olsa da aslında biraz da yabancıdır. Hatırladığımız gibi değildir, rahatsız eder bizi. Ezbere bildiğimizi sandığımız eski bir mektup gibi. Tamamen unuttuğunuz iki satır, bir kelime bütün dengenizi bozar. Gerçeklik, geçmiş, bugün algınızı yaralar. Aranıza mesafe girmiştir. Bunca yıl farkına varmadığınız uzaklık bir anda kapanması imkansız gibi görünür. Her şey maviye dönüşür, yazarın tabiriyle "mesafenin mavisine”...
Kaybetmekle akraba görünse de unutuş (hafıza kaybının bir adım öncesi) insanın akıl sağlığı ve hayatını idame ettirebilmesi için çoğu zaman kaçınılmazdır. Solnit'in ataları gibi sayısız zorunlu göçmen, ancak sürüldükleri coğrafyayı hatırlamayı bırakıp sürgünlüğe böylece son vererek yeni hayatlarını benimseyebilmişlerdi. Geçmişi kaybetmek, sürgün duygusundan kurtulmak ve şimdiki zamanın parçası olmak için şarttır. Aniden ve tek darbeyle geçmişi sileriz. Gönüllü/iradi olarak hatıraları ve eski bağları unuturuz, terk ederiz. Ve artık onların arkasından kayıp bir eldiven teki gibi üzülmeyiz. Ne acayip.
Rebecca Solnit birbirine incelikle bağlanan birbirinden güzel denemelerinde kaybolmak temasını en geniş anlamıyla değerlendirip gidebileceği -uzak yakın- her yere gidiyor. Bir yandan unutmak, hatırlamak, kaybetmek, terk etmek, ölüm, göçmenlik gibi felsefi temaları deşiyor; diğer yandan orman, şehir, kentsel harabeler, çöl, haritacılık gibi mekansal kayboluşlar üzerine ufuk açıcı tartışmalar yürütüyor. Deneme türünün en mükemmel örneklerinden olduğunu teslim etmek gerekir. Hem sorduğu sorular olağanüstü, hem verdiği cevaplar statik değil hem de “Nolur hiç bitmesin” duygusuyla okunuyor. Solnit'le daha yeni tanıştım; belli bir yaştan sonra arkadaş edinmek zordur derler ama Rebecca'yla aramızın bozulacağına hiç ihtimal vermiyorum.
Çağımızın en iyi romancılarından Milan Kundera'nın çok sık uğradığı temaları kullandığı için belki... Kundera'nın Fransızca yazdığı ilk roman, Yavaşlık, basit bir tema üzerine kuruludur: Yavaşlık ve hatırlama arasında, hız ve unutma arasında gizli bir bağ vardır. Yolda yürüyen biri birden bir şey hatırlar, ama detayları kafasında oturtamazsa, gayrı ihtiyari adımlarını yavaşlatır. Tam tersine, henüz başından geçmiş acı bir olayı unutmaya çalışan biri hızını arttırır, yürüyüşünü hızlandırarak henüz hafızasında çok taze olan şeyden uzaklaşabilecekmiş gibi. Dolayısıyla, yakınlık hatırlatır; uzaklık unutturur. Rebecca Solnit niye kaybolmak istediğimizi, neyi kaybettiğimizi sorgularken benzer bir çizgide yürüyor.
Yazarın ailesi de Nabokov ve Kundera gibi göçmendir, mekansal bir kayıp duygusunu içlerinde taşırlar. Yarı gönüllü yarı gönülsüz doğdukları yeri terk edip çok uzaklara gitmek zorunda kalmışlardır. Kaybolmak hayatlarının merkezindedir.
Fatihler ve kazazedeler
Erken modern dönemde yeni yerler, yeni denizler keşfetmek, bir adım ötesinde bu yerleri fethetmek için yola çıkan Avrupalı fatihler (conquistadores) ise seyahatle, coğrafyayla mesafeyle bambaşka bir ilişki kuruyordu. Hem doğaya hem de teknolojiye söz geçirebileceklerine inanmışlardı. Gemileri, silahları, haritaları vardı. Kaybolmak ne kelime, onlar bilinmeyen yerleri (terra incognita) bilinir kılacaktı. Yerli halkların bakış açısıyla topraklarına gelen fatihler fazla giyinikti, ayrıca atları ve mızrakları vardı. Sağlıklı olanları öldürüyor (silahla ya da bulaştırdıkları hastalıklarla), karşılarına çıkan herkesten çalıyor (taştan, topraktan, ağaçtan, insandan), kimseye bir şey vermiyorlardı (mikroplar hariç). Ne kadar tanıdık değil mi!
Halbuki aynı kafa yapısıyla gelip de bir şekilde kazazede durumuna düştüklerinde, varlarını yoklarını kaybettiklerinde bulundukları doğaya, halklara, kurallara uyumlu davranıyorlardı. Artık kendi kültürlerinden çok uzakta ve yapayalnız olduklarının farkındaydılar ve hayatta kalma içgüdüsüyle yeni duruma ayak uydurmak için ellerinden geleni yapmaya başlıyorlardı. Solnit'in ifadesiyle kazazedeler ya da bir felaketten kurtulan insanlar deri değiştirir. Bu bir yeniden doğumdur ve ilki kadar ani ve vahşi olmak zorundadır.
Dolayısıyla kaybolmak, çocukluğa dönüş gibidir. Solnit'in arama kurtarma elemanlarından öğrendiği gibi çocuklar kaybolmak konusunda iyilerdir, çünkü hayatta kalmanın yolu kaybolduğunu bilmekten geçer. Uzun süre avare dolaşmazlar, korunaklı bir yer ararlar, yardıma ihtiyaçları olduğunu bilirler. Bilinmedik bir arazide, bir ormanda ya da çölde, çocuklar ellerinin ve dizlerinin üzerinde, hemen önlerinde ne varsa onunla meşgul olmayı seçerler. Onlar için uzaklar bir şey ifade etmez, mesafe diye bir şey yoktur, sonsuzluk yoktur.
Yani aslında kaybolan insan, kaybolduğunu kabullenen insan uzakları bir yana koyup etrafına daha dikkatli bakar. Doğayla daha fazla haşır neşir olur, hayvanları daha iyi tanır, bitkilerin dilinden anlar, rüzgarı, toprağı bilir; artık sayıları ne yazık ki on ikiye kadar düşmüş olan kadim Wintu halkı gibi... Wintular kendi vücutlarını tarif ederken sol ve sağ kelimeleri yerine ana yönleri kullanırmış. İnsan benliğini dünyanın geri kalanına referansla var eden bir kültürel hayalgücü onlara bu tarifi yaptırıyor olmalı. Wintular için sabit kalan dünyadır, değişken olan insanın kendisidir. Bir Wintu'nun vahşi doğada yolunu kaybedeceği düşünülemez. Bir de tabiatla karşılaştığında yönünü şaşıran, ufukla, gün ışığıyla, yıldızlara bağını kaybetmiş kendimize bakın. Tabiatın, evrenin, uzayın emrine amade olduğunu vehmeden ve bunları çöplüğü gibi kullanan modern insanın, Wintu ahlakını benimsemek için kazazede olması gerekmemeli. Biraz kaybolsak yeter.
* Görsel: Akif Kaynar
Yeni yorum gönder