Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Rekabet Ve Güç Dengelerinin Gizemli Dünyası: Dünya Casus Edebiyatı



Toplam oy: 131
Halen popülerliğini korumakta olan casusluk romanlarının başarısının esas sebebi yazarlarının, istihbaratçı kimliğinde farklı ülkelerde çeşitli casusluk faaliyeti yürüten kişiler veya sahada benzer tecrübeler yaşayan gazeteciler olmasıdır. Bu kişilerin, gizli bilgiye erişim imkânları ve tecrübe ettikleri tarihi olayları romanlaştırırken hayal güçlerini ve yazım tekniklerini başarıyla kullandıkları aşikâr.

İngiliz dilinde “spy-fiction” olarak adlandırılan casusluk romanları, dünya edebiyatında kurgu romanlarının gerilim türü içerisinde, siyasi gerilim alt türünün bir çeşidi olarak kategorize edilir. Devletlerarası ilişkilerde gizlilik derecesi yüksek bilgilerin elde edilmesi sürecini içeren espiyonaj kavramının işlendiği bu tür romanlarda, daha çok bölgesel ve küresel güç mücadeleleri hikâyeleştirilir. Gizliliği ve gizlilik çerçevesindeki kurguyu esas alıyor olması, bu tür romanların okuyucuda heyecan ve merak uyandırarak ilgi çekici bir edebi akım haline gelmesine olanak sağlar genelde.

 

Casusluk romanları, ülkeler arasında süregelen rekabet ve güç mücadelesini ön plana çıkarak, istihbarat örgütlerinin günümüzdeki şeklini aldığı 20’nci yüzyılın başlarında edebiyat türleri arasındaki yerini almıştır. Bununla beraber, dünyanın en eski mesleklerinden biri olarak kabul edilen casusluk, kadim zamanlarda da hikâyesi anlatılan bir konu. Casuslardan ilk kez, M.Ö. 14’üncü yüzyıla tarihlenen Eski Ahit’in ve Tanah’ın altıncı bölümü Yeşu Kitabı’nda bahsedilir. Yaklaşık üç bin yıl önce yazılan bu dini metin, bir yandan casusluğun çok eski zamanlardan günümüze ulaşan bir kavram olduğunu, diğer yandan ise casusluğun yazılı edebiyat için önemli bir ilham kaynağı olduğunu belgelemekte.

İlk örnekler
Casusluk romanlarının en erken örneği, Amerikalı yazar James Fenimore Cooper’ın 1821 yılında yazdığı ve Amerikan Devrimi sırasında geçen bir espiyonaj öyküsünü anlatan Casus adlı romanıdır. Romanda Amerika Birleşik Devletleri’nin kurucu atalarından George Washington’a İngiliz ordusu hakkında bilgiler veren Harvey Birch karakteri, devrim sırasındaki Amerikan casusu Enoch Crosby ile örtüşmekte.
Espiyonaj içerikli bu türün Avrupa’daki ilk örnekleri ise Britanya’da verilir. Hindistan doğumlu Britanyalı Rudyard Kipling’in 1901’de yayınlanan Kim adlı romanı, İngiliz İmparatorluğu ve Rus Çarlığı arasında yaşanan siyasi ve diplomatik mücadeleyi arka plana alırken, İngiliz istihbaratının Hindistan’daki stratejik çıkarlarını korumak amacıyla yürüttüğü espiyonaj çalışmalarından bahseder. Romanda, Kimball O’Hara adlı İrlanda kökenli bir yetimin bir İngiliz casusu olarak Rus istihbaratçılara nasıl yaklaştığı hikâye edilir.
Diğer taraftan, tüm özellikleri ile günümüzün casus romanlarına şeklini veren ilk eser, İrlandalı Britanya vatandaşı Erskine Childers’in 1903 yılında yazdığı The Riddle of Sands adlı romanıdır. Yazarın roman kurgusunda gerçeklere uygun ayrıntılar ile yarattığı yazım tekniği, hikâyenin gerçeklik algısını artırarak büyük bir popülerlik kazanırken kendinden sonra gelen yazarları da etkiler.
İngiliz dilinin en büyük romancılarından biri olan Joseph Conrad’ın 1907 tarihli Gizli Ajan ve 1911 tarihli Batılı Gözler Altında adlı romanları devrilmenin eşiğindeki Rus Çarlığı’nın Avrupa’daki devrimci hücrelere yönelik casusluk operasyonlarını konu eder; ajan-provakatör, operasyon, gizli kimlik gibi istihbarat terminolojisine ait kavramlar okuyucuya sunulur. Ukrayna doğumlu Conrad’ın, sosyalizmin yükselişini ve Bolşevik Devrimi’nin espiyonaj boyutunu başarılı bir şekilde işlemesinde, Çarlık yönetimine muhalif bir devrimci olan babasının etkili olduğu şüphesizdir.
Dünya savaşları dönemi
Birinci Dünya Savaşı ile başlayan ve İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar geçen dönemde, Britanyalı yazarların casusluk edebiyatındaki hâkimiyeti devam eder. Birinci Dünya Savaşı döneminin rakipsiz yazarı İskoç asıllı Britanyalı John Buchan’dır. Buchan’ın romanlarındaki gizli ajan Richard Hannay karakteri, savaş başlatmak ve bu savaşı kazanmak için çeşitli planlar uygulamaya çalışan Alman casuslarının peşindedir. Doğudaki Sır romanında Buchan, Almanların Müslüman dünyada bir isyan başlatarak savaşı kazanma planını içeren hikâyesini Osmanlı İmparatorluğu topraklarında İstanbul ve Erzurum’da kurgular. Hikâyedeki Rasta Bey adlı Jön Türk karakter, romanı Türk okuyucu için ilgi çekici kılar.
İki savaş arası dönemde popülerliği azalan casusluk romanları, Bolşevik Devrimi sonrasında Sovyetler Birliği’nin kurulması ile kızıl tehlike komünizmi hedef alarak kurgulanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa’da görev yapan Britanyalı istihbarat subayları ve ajanların yazdığı bu eserler, iki savaş arası dönemde Britanya etkisini sürdürür.
Nazizm ve Faşizm’in ölümcül yükselişi ve sonrasında İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması, nitelikli yazarların casusluk romanlarına yönelmesini sağlar. Günümüzde de casusluk romanları için verimli bir alan olan bu dönemde öne çıkan Eric Ambler, siyaset ve ideolojiyi geri planda tutmak suretiyle roman kahramanlarının kişisel hikâyelerine vurgu yaparak yeni bir gerçekçilik yakalar. Anti-Faşist Ambler, aşırı sağın yükselişi karşısında durabilecek tek gücün Sovyetler Birliği olduğunu düşünerek Sovyet ajanlarını sempatik ve olumlu tasvirlerle ikonlaştırmış ve roman kahramanlarının güvenilir müttefikleri olarak kurgular. Ancak, 1939 yılındaki Nazi-Sovyet Paktı yazarı büyük bir düş kırıklığına uğratarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında anti-Komünist eserler vermesine sebep olur. Ambler, kendinden sonraki casusluk yazarlarına ilham kaynağı olurken, yazarın 1939 tarihli Dimitrios’un Maskesi ve 1940 tarihli Korkuya Yolculuk adlı romanları, Türk gizli servisi Milli Emniyet Hizmetleri’ni de Albay Hakkı karakteri çerçevesinde kurguya dâhil eder. Rusya’dan Sevgilerle filminin ilk sahnesinde, uçak ile İstanbul’a seyahat etmekte olan casusluk romanlarının en ünlü kahramanı James Bond’un, 20. yüzyılın en iyi casusluk romanlarından biri olarak değerlendirilen Dimitrios’un Maskesi romanını okuyor olması, bu duayen yazara yapılan bir saygı duruşu niteliğindedir.

Casus romanlarının zirvesi: Soğuk Savaş
İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan iki kutuplu Soğuk Savaş sistemi casusluk edebiyatına yeni bir dinamizm getirir. Bir yanda dünyanın çeşitli yerlerinde komünist ideolojiyi yerleştirmek için devrimlere destek veren Sovyetler Birliği’nin acımasız Devlet Güvenlik Komitesi KGB, diğer yanda ABD’nin ekonomik ve ticari çıkar eksenli dış politikası doğrultusunda operasyonlar yürüten Merkezi Haberalma Teşkilatı CIA, Soğuk Savaş casusluk romanlarının atölyesi haline gelir. Dünyanın her an sıcak bir çatışmaya girme olasılığı ve bu olasılığın nükleer bir savaşa dönüşme endişesi, espiyonaj görevi yürüten birçok istihbaratçıya ilham vererek yaşadıkları tecrübeleri yazıya dökmelerinin yolunu açar.
Soğuk Savaş’ın ilk casusluk romanı, Amerikan Ordusu’nda subay olan psikolojik savaş uzmanı Paul Linebarger’in 1948 yılında kaleme aldığı Atomsk romanıdır. Carmicheal Smith mahlası ile yazdığı romanda, Amerikan ajanı Binbaşı Michael Dugan’ın kişilik özelliklerini ön plana çıkarmış ve “savaşı kazanmanın tek yolu savaştan kaçınmaktır” ifadesi ile böylesi bir dönemde önemli bir barış mesajı vermiştir.
Britanyalı deniz istihbarat subayı Ian Flemming’in yarattığı İngiliz Gizli İstihbarat Servisi MI6 ajanı James Bond karakteri, hiç kuşkusuz casusluk edebiyatının en meşhur kahramanı olurken, beyaz perdenin de vazgeçilmezleri arasına girer. Yazarın 1952 tarihli Casino Royale ile başlayan Bond serisi Soğuk Savaş döneminde Britanya’nın dünya üzerindeki siyasi ve askeri durumunu ABD ve Sovyetler Birliği ile ilişkileri çerçevesinde kurgular.
Ticari ve popüler kaygılar ile ideal bir ajan niteliğinde lanse edilen James Bond’un yanında, George Smiley anti-kahraman özellikler taşıyan gerçekçi bir roman kahramanıdır. Kendisi de istihbarat subayı olarak görev yapan David Cornwell’in, John le Carré mahlasıyla yarattığı George Smiley karakteri, espiyonaj görevleri sırasında etik sınırlarını zorlayan durumlar ile karşı karşıya kalan, eşi ile de sorunlu bir birliktelik yaşayan orta sınıf bir profil sergiler. İyi derecede bildiği Almanca sayesinde bölünmüş Almanya ve Berlin’de istihbarat subayı olarak görev yapan Le Carré, Berlin Duvarı’nın inşa edilmesinden derin bir şekilde etkilenir ve Publishers Weekly tarafından tüm zamanların en iyi casusluk romanı seçilen Soğuktan Gelen Casus adlı kitabında bu dramatik olayın sıcak etkilerini Doğu Alman istihbaratının çalışmaları çerçevesinde hikâyeleştirir.
Le Carré gibi, eski bir istihbarat subayı olan Britanyalı Graham Greene de, anti-emperyalist sol eğilimli romanlarında benzer şekilde espiyonajın ahlaki sorgulamalarına vurgu yapar. Katolik bir romancı olarak tanınan Greene’in, görev yaptığı Sierra Leone’deki tecrübelerini romanlaştırdığı 1948 tarihli The Heart of the Matter, Küba Devrimi öncesi bu ülke ile ilgili bir kara mizah olan 1959 tarihli Havana’daki Adamımız ve Britanya’nın Güney Afrika’da komünizme karşı ırksal ayrımcılığı savunan Apartheid sistemini nasıl desteklediğini anlatan 1978 tarihli İnsan Faktörü adlı kitapları döneme damgasını vuran edebi eserlerdir.
Aynı şekilde Amerikalı yazarlar Robert Ludlum ve Tom Clancy, ülkelerinin bulunduğu konumu ve uluslararası sistemi doğru analiz ederek casusluk edebiyatının ana aktörleri olarak eserler verirler. Bir deniz piyadesi olan Robert Ludlum, dengeli tarzıyla ilk modern Amerikalı casusluk yazarı olarak tanımlanır. Öte yandan tarihi ve güncel komplo teorilerinden ilham alan yazarın yarattığı Jason Bourne karakterinin yer aldığı Bourne Üçlemesi’nin sinema filmi, beyaz perdenin en iyi üçlemelerinden biri sayılmaktadır.
Romanlarında espiyonajın teknik ayrıntılarına yer veren Tom Clancy ise 1984’te yazdığı Kızıl Ekim kitabı ile çok satan bir romancı haline gelir. Yazarın roman kurgusu, sahip olduğu muhafazakar Cumhuriyetçi siyasi anlayış üzerinde şekillenirken, özellikle ABD’nin 40. başkanı Ronald Reagan dönemine ait ulusal güvenlik ile ilgili değer yargılarına vurgu yapar.
Soğuk Savaş sonrası casus hikâyeleri
Kapitalist Batı Bloğu’nda espiyonaj romanları bu kadar popüler iken komünist Doğu Bloğu’nda ise Sovyet Rus yazar Yulian Semyonov’un, Max Otto von Stierlitz maceraları Sovyet casusluk romancılığının belkemiğini oluşturur. Batı kültüründeki James Bond karakterine karşılık gelen kahraman aynı şekilde Sovyet sinemasında da yer bulur, Sovyet vatanseverliğinin propaganda aracı olarak kullanılır. Stierlitz kod adını kullanan Albay Maxim Isayev, ideolojik bir mesaj vermekten ziyade Sovyet anavatanına olan sadakat ve sevgiye vurgu yapar. Romanın Rus kültürüne etkisi o kadar büyüktür ki, Stierlitz karakterini canlandıran Vyacheslav Tikhonov 2009’da hayatını kaybettiğinde, KGB’nin devamı olan SVR, ailesine resmi bir taziye mesajı gönderir.
Yarım yüzyıl boyunca her an sıcak çatışmaya dönüşebilcek bir soğuk savaş durumundan ilham alarak ölümsüz kitapları edebiyat dünyasına kazandıran romancılar, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında büyük bir boşluğa düşerler. Amansız düşmanın yenilmesi ve Doğu Avrupa üzerindeki Demir Perde’nin kalkması son elli yılda yazarların yaratıcılığını zorlayan siyasi durumu ortadan kaldırır. Bu şaşkınlık içerisinde The New York Times gazetesi, casusluk romanlarına olan ilginin azalması nedeniyle casus romanları eleştiri köşesine son verir. Bununla birlikte, 11 Eylül olayları ile yeni bir düşman ortaya çıkmış, espiyonaj hikayeleri, uluslararası terörist hücreleri ve bu hücrelerin çökertilmesi için gizli servislerin yaptığı çalışmaları konu edinmeye başlamıştır.
Amerikalı ve Britanyalı yazarların tür içerisindeki etkinlikleri ve devamlılıkları korunurken, İskandinav edebiyatında yazılmakta olan casusluk romanları dikkat çekici bir değerdir. Özellikle İsveçli yazar Stieg Larsson’ın Millenium serisi, gizli servislerle bağlantılı polisiye hikâyesi ile türün gelişimine katkı sağlar.
İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş dönemlerinin İskandinav coğrafyasındaki kurgusu üzerine inşa edilen benzer romanlar, şüphesiz ki son dönemde ortaya çıkan bulgular ve açılan arşivlerin yanı sıra, o dönemi sahada tecrübe etmiş emekli istihbaratçılarının tecrübelerinden de yoğun şekilde faydalanırlar.
Halen popülerliğini korumakta olan casusluk romanlarının başarısının esas sebebi yazarlarının, istihbaratçı kimliğinde farklı ülkelerde çeşitli casusluk faaliyeti yürüten kişiler veya sahada benzer tecrübeler yaşayan gazeteciler olmasıdır. Bu kişilerin, gizli bilgiye erişim imkânları ve tecrübe ettikleri tarihi olayları romanlaştırırken hayal güçlerini ve yazım tekniklerini başarıyla kullandıkları aşikâr.
Bu doğrultuda, gizli bir devlet görevlisinin başarılı bir roman yazarına dönüşmesi de devletlerarası diplomasinin sunduğu sonsuz kaynak aracılığıyla gerçekleşir. Geçmişte dünyadaki siyasi gelişmelerden ilham alan yazarlar, bugün de Suriye Krizi, Orta Asya’daki güç çatışmaları, Asya’da yükselen Çin gerçeği, Avrupa Birliği ve yaşadığı sorunlar ile hegemon güçler arasındaki eski mücadelelerin günümüzdeki yansımalarından etkilenmektedirler. Böylelikle farklı dinamiklere sahip bir dünya görüşüne sahip kalemler, okuyucunun romanı bir solukta okumasına olanak tanıyan yeni gerçeklikler üzerinden casusluk romanlarının gelişimini devam ettirmekteler.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.