Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Resmi tarih tuzla buz olurken



Toplam oy: 1679
Cemil Koçak
İletişim Yayınevi

Sosyal bilimlerin bir alanı olarak “tarih”, özünde bir zihniyet tarihidir. Tarihin herhangi bir anında, geçmiş herhangi bir “an”ın ya da herhangi “iki tarih aralığının” tarihinin yazılması ya da “ne olduğunun yazılması”, o tarihini yazanın zihniyetinden bağımsız olmayacaktır. Bu açıdan her tarih yazımı yorumsamacı yani özneldir. Tarihe bakarken nesnel olma şansı yoktur. Bu açıdan tarihte herhangi bir döneme ya da tarihsel bir olaya bakış kaçınılmaz olarak bakanın zihniyetine bağlı olacak ve öznel olmaktan kurtulamayacaktır. 

Son dönemde bu farklılaşmanın en yoğun göründüğü alan Türkiye tarihi üzerine yazındır.  Bizim gibi artık orta yaş kuşağında olanların okullarda okuduğu tarihin “resmi tarih” olduğunu artık daha açık biliyoruz. Bu tarihin hangi zihniyet içinden yazıldığını ve amacının da ne olduğunu bildiğimiz gibi.

Son yıllarda resmi tarihe alternatif okumaların sayısı giderek arttı. Tek parti dönemi, çok partili hayata geçiş, 1960’lar, 1970’ler hatta 1980’lerin artık farklı okumalarını yapmak mümkün. Tabi bir kez daha söylemek gerekiyor ki, bütün farklı okumalar bize sadece bir perspektif sunuyor. Onlara “doğru” ya da “gerçek” etiketini vurmak sadece biz okuyucuların elinde. Her farklı okuma sadece ufkumuzu açan birer pencere olabilir.

Bugüne kadar bize öğretilen resmi tarihe farklı bir pencere açan isimlerin başında halen Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi olarak görev yapan Cemil Koçak geliyor. Cemil Koçak’ın yayınlanmış bütün eserleri Cumhuriyet döneminin çeşitli dönemlerini alternatif bir okuma ile yeniden önümüze sunuyor. İki ciltten oluşan “Milli Şef Dönemi (1938-1945)”, “Abdülhamid’in Mirası”, “Türk-Alman İlişkileri (1923-1939)”, “Belgelerle İktidar ve Serbest Cumhuriyet Fıkrası”, “Belgelerle Heyeti Mahsusalar”, “Umimi Müfettişlikler (1927-1952)”, “Geçmişiniz İtinayla Temizlenir” eserleri bu alternatif okumanın ürünleri. Koçak, bunların dışında Samet Ağaoğlu’nun “Siyasi Günlük Demokrat Parti’nin Kuruluşu” ve “Haldun Derin’in Çankaya Özel kalemini Anımsarken (1933-1951)”  kitaplarını da yayına hazırladı.

Bütün bu kitaplar dönem ve konuları farklı olsa da 1950 yılına kadar farklı bir tarih okuması olarak karşımızda duruyor. En önemlisi de her okumanın, belgelere dayanarak, onların kaynaklıklarından yararlanılarak yapılaması. Bu açıdan Koçak’ın her kitabı bize öğretilen resmi tarih’in ne kadar “resmi” olduğunu göstermesi açısından önemli. Bu kitaplar yeni birisi daha eklendi; “Türkiye’de İki partili Siyasi Sistemin Kuruluş Yılları (1945-1950)”. Yaklaşık bin sayfadan oluşan bu kitap bir anlamda dönem kitabı ve 1960 yılına kadar sürecek dizinin ilk kitabı.

Koçak, bu kitapta da resmi tarihin çok partili hayata geçiş ve Demokrat Parti (DP) hakkında öğrettiği tabuları. İkinci Parti olarak adlandırdığı DP’nin hangi iç ve dış koşullarda ortaya çıktığını inceliyor. Koçak’ın DP kuruluşu ve partinin niteliğine ilişkin iki tabuyu baştan yıkıyor. İlki DP’nin kuruşunun bir sonuç olarak algılanması ve sadece iç siyasetle açıklanması; ikincisi ise CHP’nin 'ilerici ve solcu', DP’nin ise 'karşı devrimci' olarak sunulması. Her iki tespit için Koçak; bunlar resmi tarihin ürettiği mitolojiler diyor.

DP’NİN KURULUŞU DEMOOKRASİYE GEÇİŞ DEĞİL
Dönemsel olarak büyük ölçüde daha önce iki cilt olarak yazdığı Milli Şef Dönemi’nin 1945’te bıraktığı yerden başlatıyor. Koçak kitabın yayınlaması gerekçesi ile verdiği bir söyleşide amacını şöyle özetliyor: “Günümüzün anlaşılmasında çok önemli gördüğüm sonraki (1945 sonrasını kast ediyor MA) dönemi de ele alıyorum. … Bu dönemi tam bu sırada yayımlamanın güncel bir önemi de olduğu kanısındayım. Şöyle ki, yeniden çok kapsamlı ve derin bir geçiş dönemi içinde yaşıyoruz; eski düzen bütünüyle çatırdıyor, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını hissediyor ve hatta biliyoruz, diğer yandan eski düzenin yerine neyin ve nasıl geleceğini bilemiyoruz; adeta el yordamıyla ilerlemeye devam ediyoruz. Sanırım yaklaşık altmış yıl önceki bir başka geçiş dönemini bütün boyutlarıyla, bütün karmaşıklığıyla ve bütün sonuçları ile anlamak, günümüzü anlamakta ve analiz etmekte katkı sağlayacaktır. Bir de böyle bir konjonktürel katkısı olacağı umudundayım.” Diyor. Başka bir nedeni de şöyle açıklıyor Koçak; “Bir başka neden de, günümüzde yakın dönem tarih mitolojileriyle hesaplaşma gereğidir. Yakın geçmişimiz büyük ölçüde mitolojiler ve yanlış aktarmalar ile dolu. Geçmişimizi itinayla temizlemeye çalışanlara karşı tarihçiler görevlerini yerine getirmeliler.”

Kitabın en önemli özelliği tarihi sadece iç siyasal gelişmelerle açıklayan, neden sonuç ilişkileri ile analiz etmiyor. Bu gelişmelere yol açan dış gelişmeleri sadece Türkiye’ye değil benzer rejimlere sahip ülkeleri nasıl etkilediğini de resmediyor. Latin Amerika ülkeleri ile İspanya ve Portekiz’de yaşananları ve sonuçlarıyla kıyaslıyor.

Koçak bir başka resmi tarih tezine yani DP’nin kurulması ile çok partili hayata, demokrasiye geçildiğine de itiraz ediyor ve bu sürecin kendiliğinden oluşan değil oluşturulan bir dönem olduğunu ve yaşanan sürecin adının olsa olsa kitaba adını da veren iki partili siyasi sistemin kuruluşu olabileceğine işaret ediyor.

Koçak istisnalar dışında bugüne kadar yayınlanmış tarih kitaplarında DP’nin kuruşunu beklenen bir son olarak algılanmasına itiraz ediyor. Koçak kitabın girişi bölümünde bu noktayı şöyle ifade ediyor; “Bu, sadece bir varsayımdır; fakat bu bakış açısı, bütün tarih yazımını hakimiyeti altına almıştır. Bu basit ön kabulün nedeni ise, politik sürecin son tahlilde geri dönüşsüz olarak tamamlanmasıdır. ... Oysa, ben bu metinde bunun tam aksini iddia ediyorum: Tezim, dönemin dönüşsüz olmadığıdır. Geri dönüş ihtimali, her zaman bir seçenek olarak gündemde kalmıştır. Sürecin içeriği gibi, sonu da belirsizdir. Bu bakımdan dönemi, başından sonuna kadar kendi içinde tutarlı, süreklilik gösteren ve nihayet sonuca ulaşan bir tarih yazımının yarattığı basitlikten ve kısırlıktan çıkarmak gerekir. Serinin ana amacı da budur. Bu metinde yeni bir tarih yazımının çerçevesini belirlemeye çalıştım ve bunu yaparken eski tarih yazımı ile hesaplaşmaya gayret ettim. Bu hesaplaşma yapılmadan, tarih yazımındaki paradigma değişimini gerçekleştirmek imkânı hiç olamazdı. 1945-1950 döneminin tamamını, “Türkiye’de iki partili siyasi sistemin kuruluş yılları” olarak tanımlıyorum. Görüldüğü gibi, ne demokrasiye geçişten söz ediyorum, ne de çok partili hayattan... Umarım okuyucu, daha ana başlıktan meramımın epeyce farklı olduğunu anlayacaktır. Ben bu ciltler sürecek olan seride, iki partili bir siyasî sistemin niçin ve nasıl, hangi iç ve dış koşullarda oluştu(ruldu)ğunu açıklamaya çalışacak ve 1960 yılına kadar da sürdüğünü yazmakla yetineceğim.”

DP’ye yönelik “toprak ağalarının partisi”, “karşı devrim” sürecinin partisi yaftalarına da itiraz ediyor Koçak. Bugüne kadar bu tanımlamaların büyük ölçüde önkabul olarak varsayıldığına vurgulayarak; “ DP’yi böyle tanımlayanlar, nasıl oluyor da DP’nin aynı siyasal kadrosunu zamanında içinde barındırmakta sakınca görmeyen CHP’yi Kemalist ve devrimci bir oluşum olarak görebiliyorlar? Yani aynı siyasal kişilikler, CHP’de yer alırken, bu partiyi ilerici yapabiliyorken, bir başkasına geçince nasıl oluyor da, yeni partiyi toprak ağalarının partisi haline getirebiliyorlar? Partilerin isimlerine göre mi sınıfsal konum belirleniyor?” sorularını soruyor. Ve gerçeği hatırlatıyor bize Koçak; sonuç olarak DP’yi kuranlar CHP içinde siyaset yapıyordu. Ve bu insanlar sahip oldukları nitelikler itibariyle aynı insanlardır. Aynı kişiler CHP içindeyken “ilerici”, “solcu” iken, DP içinde iken nasıl oluyor da birdenbire nasıl “gerici” olabiliyorlar.

Bu kitap bize DP’nin kuruluşu ile demokrasiye geçtiğimiz resmi tarih tabusunu açık biçimde yıkmakla kalmıyor; bize şu soruyu sorma hakkı veriyor: “Türkiye demokrasiye geçti mi?” ve “Geçtiyse ne zaman?”

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.