Saatlerin rikkatle vurduğu, hayatın ahenkli bir bütün oluşturduğu, her anın yekdiğerini çağırdığı bir yaşama tecrübesi edinmek bugünlerde pek zor. Belki de dünya kurulalı beri hayat tastamam böyleydi de bizler nostaljik tarih algımızdan ve altın çağlar mitinin gölgesinden kurtulamadığımız için böyle düşünmeyi yeğliyoruz. Sonra bir cümle geliyor: “İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara sığındım.” Hayat bilgisi ve yaşama uğraşı derslerinden bütünlemeye kalanlar nice zamandır kitaplarda aman buluyorlar. Bazılarıysa bu güvenli ve emin sahile ulaşmak için hayatlarını bir hikayeye dönüştürmeyi tercih ediyor. Rıfat onlardan biri.
Barış Bıçakçı’nın yeni kitabı Seyrek Yağmur edebiyatsever kamu tarafından aşkla, şevkle, iştiyakla bekleniyordu. Tevekkeli, kitabın yayımlanmasını iple çekenlerin yarattığı sevinç dalgası, çamurlu gündemimize bereketli bir yağmur yağdırdı. Fakat şimdi ortalık pek süt liman değil.
Seyrek yağmurun peşinde koşturup hayatından tutarlı bir bütün kurmaya çalışan Rıfat'ı anlayabilir ve sevebiliriz.
Seyrek yağmurun peşinde elinde kabıyla koşturup hayatından tutarlı bir bütün kurmaya çalışan Rıfat bu kitabın başkahramanı. Hakkında bildiklerimiz ise şunlar: 50’lerinde, iri yarı ve şişman, sevdiği kadın tarafından terk edilmiş, baba mesleği kitapçılığı devam ettiren, memleket meselelerine canı ziyadesiyle sıkkın, aman vermez bir insan düşmanı ve insanların kıyıcılığından kitaplara sığınmakla kalmamış, işi ölü şairlerden telefonlar ve mektuplar almaya vardıracak kadar ileri gitmiş biri. Böyle bir Rıfat’ı anlayabilir ve sevebiliriz.
Fakat Rıfat yalnızca bunlardan kurulu bir karakter değil. Anlatı, birer ikişer sayfalık kısa değiniler, hayat fragmanları, Rıfat’ın düşünceleri ve kitap alıntıları üzerinden ilerliyor. Rıfat’ı biraz daha tanıdığımızda ise yukarıda yazılanlardan pek farklı olarak düz ve sığ bir adam, takıntılı, tuhaf, pek çok zaaf sahibi bir adam portresi çiziyor. Böyle bir Rıfat’ı da anlayabilir ve sevebiliriz. Fakat Seyrek Yağmur bizi tam da bu ikircikli durumun ortasına bırakıp kaçıyor. Rıfat bu söylediklerimizin her biri. Böyle olduğundan elimizdeki kısacık anlatıda ne kitapsever Rıfat’a ne zaaf sahibi Rıfat’a ne de çareyi bir kurgunun içine kaçmakta bulan Rıfat’a zihnimizde tutarlı bir yer açamıyoruz. Kitabın büyülü gerçekçi veçhesi de bizi Rıfat’ın bunların hepsi olduğuna ikna edemeden, zihnimizde ikircikli bir burguyla kitabın son sayfasına ulaşıyoruz.
Bıçakçı da bunun farkında ki kitabın bir yerinde, bahsettiğimiz gibi bir Rıfat’ın bu topraklarda mümkün olmadığını ve olamayacağını, hayatın büyüye açılmadığını, gündeliğin gerçekliğine ve sıkıcılığına bulanmış vasatlığın dışına çıkılamayacağını söylüyor. Rıfat bundan kaçmak için hayatını bir hikayeye dönüştürmek istiyor (ve başaramıyordu). İçimizden bir ses sayfalar nihayete erdiğinde Rıfat’ın derinleşemeyişinden duyduğumuz huzursuzluğun tam da Bıçakçı’nın bu kitaptan muradı olduğunu söylüyor. Fakat bir diğer ses ise, bunun pekâlâ başarılabileceğini, artık bize has Yüzyıllık Yalnızlık’lar yazılabileceğini; Bıçakçı’nınsa Seyrek Yağmur’da metnin süreklilik, bölümler arası bağlılık gibi iç dinamiklerini göz ardı ederek biz okurları başına buyruk, deneysel bir metinle baş başa bıraktığını söylüyor.
Bizse bu seslerden hangisine kulak vereceğimizin kararsızlığıyla Goethe’den bir alıntıyla sözümüzü tamam edelim: “Dilsiz gibi oturdum kaldım ve ısırdım yanan dudağımı.”
* Görsel: Ece Zeber
Yeni yorum gönder