Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Robert Walser’in uzun yürüyüşü



Toplam oy: 751
Ahmet Uğur Nalcıoğlu
Çizgi Kitabevi
20. yüzyılın dikkate değer yazarlarının selam durduğu Robert Walser’in gölgede kalmış yaşamına ve edebiyatına, ışık tutan bir monografi...

İyi bir inceleme okumak sahih okurları krallar katına oturtur, sıkı bir biyografiye rast gelmek biz dünyanın yetimlerine kaftanlar giydirir. Ne ki, insanın ahir ömründe bu ikisiyle karşılaşması pek seyrektir. Edebiyat incelemeleri,  göz gezdirmekte olduğunuz satırlar dahil, kuru gürültü çıkardıkları anlaşılmasın diye türlü numaralar çeker, yeri geldiğinde bir uzmanlık yanılması da yaratır. Halbuki bazen tek gereken “kral çıplak” diye bağıracak bir çocuğun cesaretidir. Hele bir de, bu çalışmalar akademik dilin icbar ettiği uzlaşımlara boyun eğmişse, ortaya kupkuru metinler çıkar; onları lezzetlendirecek ne şeker ne bir şerbet bulabilirsiniz. Yine de gam düşmesin yüreğinize: Eli kalem tutanlar bu handikapların farkına varıp türlü çareler aramaktalar.


Robert Walser üzerine bir monografiye denk gelince, böyle bir girizgahla söze başlayıp şerh düşme ihtiyacı hasıl oldu. Ahmet Uğur Nalcıoğlu’nun hazırladığı İsviçreli Aylak Bir Yazar üst başlıklı Robert Walser incelemesi, 20. yüzyılın trajedisinin modernist edebiyattaki iz düşümünü yakalamak için önemli bir fırsat sunuyor. Okurlar Walser ismine Tanner Kardeşler, Yardımcı, Jacob von Gunten, Gezinti ve Haydut romanlarından aşinadır. Biraz daha sıkı okurlar ise Walser’e Kafka’nın, Hesse’nin, Musil’in ve Benjamin’in düzdüğü övgülerden haberdardır. 20. yüzyılın dikkate değer yazarlarının selam durduğu Walser’in gölgede kalmış yaşamına ve edebiyatına ise Nalcıoğlu’nun monografisi ışık tutuyor. 


Robert Walser, edebiyat ve düşünce tarihindeki kırılmaları okumak için kritik bir isim, biyografisi de tüm dâhilerinki gibi trajedik. 1878’de İsviçre’de doğuyor, Almanca yazıyor, hiçbir işte dikiş tutturamıyor, saatler süren uzun yürüyüşler yapıyor, kardeşleri intihar ediyor ve hayatının son 27 senesini şizofreni teşhisiyle kaldığı sanatoryumlarda hiç yazmadan geçiriyor. 1956’nın Noel akşamında uzun yürüyüşlerinin son adımını atıyor. Biyografisine bakıldığında savaşlar ve radikal değişiklikler yüzyılında toplumsal hayatın uzlaşımlarına, sahteliğine ve ikiyüzlülüğüne direnen bir karakterle karşılaşıyoruz. Daha sonra edebiyat tarihini çokça meşgul edecek flanörlerin ilklerindendir. Ancak Walser, kendinden sonraki flanörler ve dandiler kadar neşeli ve rind mizaçlı değildir. Onunki daha ziyade metafizik üzerine değil de kendisi, insanlar ve toplumsallık üzerine düşünen bir filozofun yürüyüşüdür.


Nalcıoğlu’nun monografisi de flanörlük kavramıyla açılır. İsviçre edebiyatının doğasıyla devam eder. Burada, yerel dille yazmakla Almanca yazmak arasındaki sembolik ayrım üzerine durur. Walser Almancayı seçerek evrensel olmayı tercih etmiştir.  Ardından Walser’in biyografisinin inceliklerine dalarız. Eserlerinde görülen otobiyografik öğeler burada önümüze serilir. Aynı zamanda topluma adapte olamayan, ayrıksı ve yalnız, tutunamayan yazarın psikolojisi de açığa çıkar. Kafka’nın kendinden çok şey bulduğu bu ruh akrabasını neden bu kadar övdüğünü anlarız.  Nalcıoğlu son olarak Walser’in üç romanını tercih ettiği tema ve konular, teknik ve üslup ile biyografik öğeler bakımından eleştirel bir okumaya tabi tutar.


Girişte düştüğümüz şerhi hatırlarsak, Nalcıoğlu bu handikapların farkında bir monografi yazarıdır. Fakat yalnız yazar odaklı bir okuma yerine,  Walser’i edebiyat tarihi içine yerleştiren bağlamsal bir okumayı ön plana çıkarmış olsa bu çalışmadan çok daha fazla fayda umabilirdik.

 

 


 

 

 

Görsel: Murat Miroğlu

 


Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.