Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Robin Hood hain miydi?



Toplam oy: 1199
Amos Oz
Doğan Kitap
Amos Oz, on iki yaşındaki bir çocuğun hayatını onun gözlerinden aktarırken kaydıraktan kayarmışçasına bir bilinç akışının içinde dolaşmanıza neden oluyor.

Henüz onlu yaşlarınızdayken aklınıza kazınan ilk kelimeyi hatırlıyor musunuz? Akşamları yatağa yattığınızda, rüyaya dalmadan önce tekrar tekrar zihninizi kurcalayan, o küçücük hayatınızın anlamı olacak kelimeyi. En naifinden diyelim ki... Belki "dost"tu, belki "aşk". Peki ya '"ihanet", "hain", "sığınmacı", "vatandaş"? Bunlar sizin sözlüğünüzde var mıydı? Profi’nin var. Amos Oz, Pusudaki Panter’de, 1947 yılında Kudüs’te İsrail Devleti’nin kurulmasından birkaç ay öncesini bir çocuğun gözünden anlatıyor. İngiliz işgali altında büyüyen Profi’nin gördükleri, Oz’un kaleminin ucunda.

 

 

 

Evde, arkadaşları arasında, her yerde işte o kelimelerle içli dışlı Profi. Bir tarihçi olan babasından kaynaklı merakı da eklenince başka oluyor onun dünyası. Yaşadığı en büyük zorluklarsa o kelimelerin günlük hayattaki yansımaları. Bir çocuk için kafa karıştırıcı tanımlar ve sıfatlar dönüyor satırlarda: Vefasız İngiltere, lekeli Almanya, uzak Çin, Sovyet Rusya, zengin Amerika gibi… Kahvaltıda, gazete okurken, yatmadan önce sürekli bunların konuşulduğu bir evde çocukların da hayal gücüne sızar silahlar, kuşatmalar, hainlikler. Ve Profi, arkadaşları Ben Hur ve Çita Reznik’le birlikte kendi örgütünü kurar: YHYÖ (Ya Hürriyet Ya Ölüm). Amaçları İngiltere’nin Londra’daki Kraliyet Sarayı’nı kendi yaptıkları roketle patlatmaktır. Yani en azından önceleri…

 

 

 

    (Görsel çalışma: Elly Chan)

 

 

 

Böyle bir şey olamaz mı?

 

 

Çünkü Profi’nin İbranice öğrenmeye çalışan ve hiç de düşman gibi görünmeyen bir İngiliz polisiyle tanışması onu ‘hain’ yapacaktır. Zaten Profi de işte bu tanışmanın ilk anından beri öğrendikleri ile içinden gelenlerin karmaşasına düşecektir. Düşünür: “Robin Hood’u bile hain olarak damgalayabilirsin. Yalnızca dar kafalı bir insan Robin Hood’a bu gözle bakar. Doğru olsa bile. Bu gerçek. Peki, gerçekten ihanet nedir?” Artık sürekli affetmenin ya da bir orta yol bulmanın düşünceleriyle yaşamaya başlar Profi. Böyle bir şey olamaz mı? Hepsi aynı masada oturup anlaşamazlar mı? Bunları düşünürken olgunlaşır, düşünce yapısının değişimleri satır aralarına yansır. Artık duyduklarının inanması gereken şeyler olma zorunluluğunu umursamaz… Kendi kurduğu örgüt tarafından hain olarak yaftalanmasına, düşman olarak gördüğü İngilizle arasındaki uzak dostluğun getirdiği zorluklara, bir de yanlışlıkla gözetlediği Yardena’nın sıkıntısı eklenecektir.

 

 

 

Amos Oz, on iki yaşındaki bir çocuğun; karartmalar, sokağa çıkma yasakları, aramalar ve askerler arasındaki hayatını onun gözünden aktarırken kaydıraktan kayarmışçasına bir bilinç akışının içinde dolaşmanıza neden oluyor. Onun düşüncelerinin büyümesi ve bu mecburi büyümenin nedenleri içten içe kaplıyor zihninizi. Ve çocukken sizi her şekilde rahatlatacak yöntemlerin olduğunu hatırlıyorsunuz. Hala can sıkıntısını reçel kavanozlarında gidermeye çalışan yetişkinleri bile gülümsetecek yollar: “Babamın reçelinden iki kaşık alıp yedim. Hiçbir işe yaramıyordu. İşte bu kötüydü.” Bir çocuğu reçel bile gülümsetemiyorsa, durum gerçekten vahim demektir. Oz bu vahim dünya içinde kendi benliğini yaratarak bir şekilde sıyrılmayı başarmış Profi’yi anlatıyor.

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.