Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Roman havasında



Toplam oy: 1130
Ömür İklim Demir
Yapı Kredi Yayınları
Muhtelif Evhamlar Kitabı tam bir türler şenliği; biraz roman havasında, biraz şiir kıvamında.

Saf ve Düşünceli Romancı’da Orhan Pamuk, “ister hikayesi ve hareketi çok olsun, ister manzara resmi gibi hiç hikayesi olmasın romanı temel olarak hikayeyi takip etme alışkanlığıyla” okuduğumuzu söyler. Ömür İklim Demir’in yazdıkları da bu akış içinde takip ederken beğendiğimiz cümlelerin altını çizmek için bile duraklayamadığımız hikayelerden. Akıp giderken hem ne olduğunu hem ne olacağını hem de olmakta olanı merak ettiriyorlar; pek çok şey anlatıp, pek çok şey veriyorlar okuyanına. Bu öykülerin hareketi bol ve arka kapak yazısında belirtildiği gibi “anlatsan şiir olacak” o anları, manzarası da çok. Yani tam bir türler şenliği; biraz roman havasında, biraz şiir kıvamında.

 

Öyküde zor rastladığımız edebi keyfi veriyor Ömür İklim Demir’in hikayeleri. Ajitatif olmadan sessizlere ses veriyor. Onların hikayesini sahiplenerek ya da onların hikayesinde yazar/anlatıcı olarak varlığını hissettirerek değil; onların hikayesinde bizim hep aracı olduğumuzun, ziyaretçi olduğumuzun, misafir olduğumuzun farkında olarak… Saraylı’nın hikayesinde örneğin, “Saraylı’nın Üç Ölümü” öyküsünde  bir bilinmezin, bir dilbilmezin, bir meczubun, bir kimsesizin hikayesinin peşine düşüyor, düşürüyor bizleri. Tıpkı başta alıntıladığımız Pamuk’un sözlerindeki gibi merak duygusuyla takip ediyoruz bir sonbahar gecesi Sarayburnu açıklarında bulunup hastaneye getirilen ve hastanede kaldığı beş sene içinde Sarayburnulu lakabı zamanla Saraylı’ya dönen bu dilbilmez, yüzü tanınmaz, “ah” bile demez hastanın macerasını.  Hep aynı cümleciği tekrarlayıp duran bu adamın sırrını çözmeye çalışan da aslında yine bizden biri; hastanenin hastabakıcısı. Vefa duygusuyla peşine düşüyor bu hikayenin, Saraylı’nın tekrarladığı ve kimsenin anlamadığı o tek cümleyi anlamaya çalışıyor, kulak veriyor ona: “Aman ha! Peri var lan!” ya da belki de bilinmeyen bir dilde “Amanha perullam”.  “Deliyle deli olma” laflarına aldırmıyor hastabakıcı ve düğümü açmak için uğraşıyor, okur da bir polisiye kurgu gibi ilgiyle takip ediyor sırrın çözülüşünü;  tabii Saraylı’yı da unutmadan, bu gizeme karışan insani duyguları da hissederek: “Saraylı’nın temel ihtiyaçlarını karşılamak dışında bir hayatı yoktu. Hep aynı zaman dilimini yaşar gibi sürekli aynı cümleyi tekrarlıyordu. Çok kötü bir anın içine, sonsuz bir işkence çekmesi için hapsedilmiş olmalıydı. Bu hale gelmeden önce şerefsizin tekiydi belki ya da çoluğu çocuğu vardı ve çok iyi bir babaydı, kim bilir?”

 

Başka sessizler de var öykülerde, kazaya uğrayan kediler, köpekler. Bir yalnızın en iyi dostu olan hayvanlar. Ürkek ama yemeğini paylaşacak kadar bize yakın kuşlar. Televizyonla oyalanan dul kadınlar, her günü birbirinin aynı geçen beyaz yakalılar, geleceğin hayalini bırakıp geçmişin rüyalarıyla yaşayan kırklı yaşlardaki ofis çalışanları, aile hayatına gömülmüş orta sınıflar… 

 

Birbiriyle içi içe geçen ilk iki öykü de roman havasında, hem akışı merakla takip ediyor hem de kahramanların tüm duygu yükünü yükleniyor ve bir resme bakar gibi geçiyoruz cümlelerin üzerinden.  “Vasati 40 Yaş”ın kahramanı vasati hayatını hiç de vasat olmayan bir dille anlatıyor. Bildiğimiz, aşina olduğumuz sıradanlık duygusunun zarifçe ortaya dökülüp canımıza değdiğini hissediyoruz okurken: “Annem bana özel ninniler söylemedi. Ve babam, beni bir köşeye çekip de ne demek istediğini çok sonradan anlayacağım manalı laflar etmedi. Günbatımlarında onu düşünmedim. Askerde hiçbir kapıyı tekmeyle açıp içeri girmedim, albayın koltuğunda viski içmedim, tepemde mermiler vızıldamadı, kimsenin kulaklarını kesip boynuma asmadım. Fayans sildim askerde. Ellerimle çim yoldum, kantine gazoz taşıdım. Anlatılacak bir yanı olmadı. Kısacası roman olacak bir hayat yaşamadım. Hizmette sınır tanımayan bir bankada, herkes kadar sıkılmakla meşgulüm, o kadar.” 

 

Kırk yaşlarındaki bu bankacının hayatı roman olmamış ama gazetelerin gönül sayfalarından kendisine bir yoldaş arayan Melda’nın hayatıyla kesişince roman tadında iki öykü çıkmış ortaya.  Kendisinden yaşça büyük kocası ölünce dul kalan Melda gazetelerin gönül sayfalarından hayat arkadaşı, mektup arkadaşı arıyor kendisine. Birçoğumuz gazetelerin gönül sayfalarına dudak büküyoruz ve kendimizi Melda’nın yaşamının çok uzağında sayıyoruz belki de. Oysa bir haber beklerken, kederli bir şekilde umutlanırken, yalnızlığımıza derman bulamazken, eve dönüşte elimiz paketli apartman kapısından girdiğimizde hepimiz Melda’yız biraz: “İçindeki sıkıntıyı saklarcasına bakımlıydı elleri. Apartman kapısı ardında kapanırken torbaları yere bıraktı. Atkısının ucu toz oldu. Posta kutusundaki mektuba uzandı, zarftaki ismi görünce ağlamaya başladı. (…) Karşı kapının deliğinde beliren gözü ve merdivenin ortasında donakalan kapıcıyı fark etmedi.” 

 

“Kartela” adlı öykü ise epigramındaki Didem Madak satırlarıyla şiire göz kırpmış.  Gündelik dertlerin verdiği yorgunluk üzerine, rutin bir günün akışı içinde gündelik dertlerimizle ne kadar yalnız olduğumuz ya da aslında yalnızlıktan kurtulmak için nasıl da dost oluverdiğimiz üzerine… Sanki bir Didem Madak şiirinin mısraları didik didik edilmiş, aradan çekilen sözcüklerle, esneterek bükerek, alt metnini açarak buz gibi bir hüzünle ve her renkten yalnızlıklarla ve birazcık istihzayla kavranmış bu hikaye yazılmış: “Aynanın önündeki makyaj kutusunu karıştırmaya başladı. Ojeler tıkırdadı. Kobalt mavisi mi? Falun kırmızısı mı? Aslında siyah da olur. Şimdi annesi olsa yine her zamanki gibi vişneçürüğünü seçmesini isterdi. Zaten annesi, vişne hariç her şeyde bu renge bayılırdı.”

 

Öykü okurluğu zordur, yazarlığına hiç sözüm yok; Ömür İklim Demir’in bu ilk kitabı zor bir okuma deneyimi olmadı, tek bir fireyle hızla ilerlediğim bu öykülerin tadı damağımda devamını bekleyeceğim. Yine yazsa dediğim Demir’in hikaye kahramanlarıyla benzer ya da farklı hayatları da yaşasak aynı yollardan geçmişiz, aynı evhamları köklemişiz içimizde, aynı şeylere kaygı duymuş, aynı korkularla beslenmişiz. Ancak anlattıkları basitçe bir “hayat karşılaşmalardan, kesişmelerden ibarettir” aforizmasına da çıkarmıyor bizi. Benzer korkularla, benzer kaygılarla aynı tünelden geçtiğimizi, tünelin çıkışında aynı ışığı göreceğimizi hatırlatıyor. O ışığı görüyoruz.

 

 


 

 

* Görsel: Furkan Nuka Birgün

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.