Geçtiğimiz aylarda Harvard Üniversitesi Yayınevi’nden Orhan Pamuk’un The Naïve and The Sentimental Novelist başlıklı bir kitabı yayımlandı. Kitap, Orhan Pamuk’un 2009 yılında Harvard Üniversitesi’nde verdiği Norton Konferansları’nın metni. Bu konferanslar 1925'den beri her yıl önemli bir yazar tarafından verilir. Örneğin, Italo Calvino’nun Six Memos for the Next Millennium ve Umberto Eco’nun Six Walks in the Fictional Woods başlıklı kitapları da bu konferans metinleridir.
Orhan Pamuk’un verdiği konferans da diğerleri gibi kitap olarak da yayımlandı ve tartışmaları da beraberinde getirdi. Hatta Guardian Gazetesi’nde yayınlanan Adam Mars-Jones’un eleştirisi de geçtiğimiz aylarda Sabit Fikir okurlarına özetlenerek ulaştırılmıştı. Bence haddinden fazla sert bir yazıydı, edebi eleştirinin sınırlarını zorlayan saptamalarda bulunuyordu. Kitabın şöhretler adına çıkarılan marka ürünlere benzetilmesi gibi eleştirinin konusu olamayacak ‘müthiş analizler’ içeriyordu. Olumlu eleştiriler sert olanları kadar yankı bulmuyor basınımızda ne yazık ki. Oysa aynı tarihlerde Telegraph’da, NewStatesman’de olumlu ve Pamuk’un ne söylediğini anlamaya çalışan eleştiriler de çıkmıştı. Ben burada farklı eleştirmenlerin ne dediklerinden çok, kitabı okuduğumda bende uyandırdıklarını paylaşmak istiyorum.
Pamuk, bu başlığı Schiller’in şairler için yaptığı ayrımdan ödünç alıyor: “Naïve”, saf şairler, kendiliğinden âdeta ne yaptığının farkında olmaksızın yazanlar ve “sentimental” yani yazdığının farkında olan, yaptığı üzerine düşünen ve sorgulayanlar. Türkçeye nasıl çevrileceğini çok merak ediyorum doğrusu. ‘Naif ve Farkında Olan Romancı’ mı?
Bilemiyorum, ama ayrımın tarihsel olarak Türkiye’deki yazar profili hakkında bilgi içerdiğini de belirtmeliyim. Geçmiş dönemin realist yazarlarının daha çok ilk kategoriye girdiklerini, romanlarında hayatı yansıtmaya çalışırken kurmacanın kendi meseleleri üzerine kafa yormadıklarını söylüyor Pamuk. Gerçekten de Türkiye’de yazarların yazmayı mesele edinmeleri ve yazma sürecini yazının konusu haline getirmeleri görece olarak yeni sayılır. Batı’da Modernistlerle birlikte yirminci yüzyılın ilk yarısında sorgulanan meseleler Türkiye’de zamanını beklemiştir. Bu anlamda “sentimental” yazara örnek olarak son dönem yazarlarının hemen hepsinin bir biçimde kendilerinde DNA’sının bulunduğuna inandıkları Oğuz Atay’ı verebiliriz.
İlk cümlenin önemine inanan Pamuk bu kitaba da “Romanlar ikinci hayatlardır” gibi etkileyici bir cümleyle başlayarak bu kuralı bozmuyor. Pamuk'ta sanatsal süreç, ikinci bir hayat olarak ve bir hayal kurma biçimi olarak kişinin başka birine dönüşme arzusu ile çakışarak onu kurmacanın içine çeker. Yazma sürecinin gizli noktalarını içtenlikle paylaşırken, yaratıcı yazarlık açısından önemli bir metin ortaya koymuş oluyor. Tabii bu kitabın içinde kendisinin de belirttiği üzere bu yaratıcı yazarlık kavramı Amerika’da bolca bulunan ‘formüllere dayalı’ yaratıcı yazarlık yaklaşımıyla karıştırılmamalı. “Roman Okurken Zihnimiz Ne Yapar” başlıklı ilk bölümde okuma sürecinin psikolojisi üzerinde duruyor. Okuduğumuz metnin içindeki dünyanın nasıl olup da bir ikinci hayat olabileceğini tartışırken kendi gençliğindeki okuma deneyimini inceliyor. Okuma sürecinde zihninin tıpkı Schiller’in işaret ettiği o iki uç arasında gidip geldiğini (“naïve” ve “sentimental”) bir yanıyla romanın zihninde yarattığı manzaranın tadını çıkardığını, başka bir dünyanın içine girebilme deneyiminin verdiği hazzı tattığını ama bir yanıyla da bunun bir yanılsama olduğunun farkına vararak ve romanın nasıl yazılmış olduğunu merak ederek araştırıcı bir gözle okuduğunu anlatıyor. Bu okuma sürecini daha sonra yazma deneyimine tercüme edebiliriz. Tabii bu ikili durumun sadece Pamuk’a özgü bir süreç olmadığını da not etmekte yarar var.
Kişisel olarak ben de okuma ve yazma deneyimimi bu şekilde bir gel-git olarak deneyimliyorum. Burada bir başka ilginç nokta “manzara” kavramında düğümleniyor. Türkçede son yayımlanan yine edebiyat üzerine yazılar ve romanlarından parçalar içeren Manzaradan Parçalar kitabının adındaki sırrı da ancak bu kitabı okuyunca çözdüm. Romanın zihinde bir “manzara” yarattığını, aslında yazmanın bir anlamda sözcüklerle resim yapma işi olduğunu çeşitli şekillerde vurguluyor Pamuk. Yine İstanbul kitabından biliyoruz yazarın romancı olmadan önce ressam olmak üzere kendini yetiştirdiğini. Ancak bunun sadece kendisine özgü bir durum olmadığını aslında resim sanatıyla roman sanatı arasında doğrudan bir ilişki olduğunu da “Sözcükler, Resimler, Nesneler” bölümünde anlatıyor. Bu da bence kitabın kalbinde (merkezinde?) duran fikirlerinden biri.
Bir başka önemli kavrama geliyoruz şimdi: Merkez. Kitabın son bölümünün de adı olan merkez kavramını romanın kalbi diye de çevirmek mümkün bana kalırsa. Bunun da Pamuk’un zaman zaman kullandığı bir kavram olduğunu hatırlıyorum. Roman okurken zihnimizin aslında sürekli bir araştırma içinde olduğunu, kendisine sunulan manzaranın içindeki kahramanın duygu ve düşünce deneyimlerine ortak olurken hep o romanın gizli merkezini aradığını, romanı okutan gerilimin de bu merkezde duran düşünce olduğunu söylüyor yine kitabın bir çok yerinde. Bu da önemli bir saptama. Aslında roman türünün tanımlanmasındaki güçlüğü belki bu şekilde aşmak mümkün olabilir. Romanı oluşturan metinleri aslında bir arada tutan şeyin böyle bir gizli merkez fikri olması çekici bir düşünce. Peki merkezde duran nedir? Okurun peşinden gitmekten heyecan ve zevk duyduğu o düşünce nedir? Bu hayat hakkında dolayısıyla okuyanın kendisi hakkında öğreneceği bir sırdır diyor Pamuk. Bu bölümleri okurken Kara Kitap’ı hatırlamamak elde değil.
Kitabın bence en ilginç tezlerinden biri yukarıda sözünü ettiğim resim sanatı ile roman sanatı arasındaki organik bağa işaret etmesi. Tanpınar’ın 1936’da sorduğu “Bizde neden Batı’daki anlamda gelişkin bir roman yazılmıyor?” sorusuna verilmiş bir yanıt gibi Pamuk’un işaret ettiği ilişki. Bizde, İslam kültürünün resim ve temsil yasağı yüzünden gelişmeyen bu sanatların eksikliğinin roman sanatına olumsuz anlamda etkisi olduğunu söylüyor Pamuk. Aslında Tanpınar da bizdeki romancıda eksik olan içebakışın yine dinsel farklılıklardan kaynaklandığını iddia ediyordu. Sonuçta bunlar üst üste gelerek daha yoğun bir etki yaratıyor olmalı. Tabii resim ve kültür ilişkisini Benim Adım Kırmızı’da Batılı anlamda realist temsil ile minyatürde resmedilen hikâye arasındaki farklara odaklanarak ele aldığını da hatırlayalım. Aslında bu da çok ilginç başka bir yönü bu kitabın: Kendi edebiyat macerasını da bu bölümlerin akışı içersine yerleştirmiş, romanlarında ele almış olduğu konuları ve edebi yaklaşımları da erişilebilir kılmış. Bir tür Orhan Pamuk okuma kılavuzu diyebiliriz.
Kitap her konuda son derece zihin açıcı tezlerle sürüyor. Ama bu kısa yazının sınırları içinde dikkat çekmek istediğim noktalardan biri, karakter konusundaki tutumu. Hemen hemen tüm yaratıcı yazarlık kitaplarında, hatta öykü ve roman üzerine yazılmış çoğu kuramsal kitapta da karakter konusunun gereğinden çok abartıldığını söylüyor Pamuk. Karakterin bu derece önemli bir mesele hale gelmesinin aslında bir ondokuzuncu yüzyıl burjuva tavrı olduğunu, kendi kaderine hükmeden bireyin bu derece önem kazanmasının kapitalizmin tarihi ile yakın ilişki içinde olduğunu öne sürüyor. Bu konuda yalnız değil elbette. Avant Garde ve Modernist edebiyatçılar da bu eleştirileri yapmışlardı; zaten modernist edebiyatta karakterden çok metnin içsel dinamiklerinin önplana çıkması temsilin bir kriz haline getirilmesi de bu değişimin bir sonucuydu.
Her cümlesi önemli olan bu kitabı çok büyük bir zevkle okudum. Her bölümünü, her paragrafını yeniden okumak, üzerine düşünmek isterim. Ama şimdilik buraya hızlıca bir özet yapmak istedim. Eleştirel olduğu kadar kendi edebiyat deneyimini Nabokov, Tolstoy, Proust, Dostoyevski gibi yazarlara referansla tartıştığı için son derece önemli bir kitap ortaya çıkarmış Orhan Pamuk. Türkçesi yayımlandığında bir kez daha okuyacağım…
Yeni yorum gönder