Yazdığı romanlarla kararttığı, soğuttuğu uçsuz bucaksız bir denizde, teker teker bize doğru geliyorlar: Üzerlerinde ait oldukları ana geminin adını taşıyan ufak kayıklar, Philip Roth'un son dönem kitapları. Sekiz sene önce okuduğumuz son büyük romanı Amerika'ya Karşı Kumpas'tan ayrılmış gibi duran bu kayıkların aynı gemiden geldiğine inanmamızın yegane nedeni, ön taraflarında yazılı olan Roth'un adı.
Bize yaklaşan bu ufak kitapların yazarının adını biliyoruz belki ama bu kitapları gerçekten de Philip Roth’un yazdığını kabul etmekte güçlük çekiyor bünyemiz. Onun yazdıklarına benziyorlar, evet, ama bir yandan da çok farklılar: Zaten bu son kitapları ilginç kılan asıl şey, Roth’un onu ünlendiren büyük romanlarına değil, daha çok ilk kitaplarına benzemeleri.
Bize yaklaşan bu ufak kitapların yazarının adını biliyoruz belki ama bu kitapları gerçekten de Philip Roth’un yazdığını kabul etmekte güçlük çekiyor bünyemiz.
1958'de Paris Review'da yayımlanan ve sonradan Hoşçakal Kolomb’a aldığı Epstein ve Yahudilerin Dönüşü başlıklı hikayeler gibi, bu son kitaplar da yabancılıktan, Amerika'da Yahudi olmaktan, oral seksten, geveze annelerden, takıntılardan, şanssızlıklardan, ailelerden ve ailesizlikten bahsediyor. 1958'deki öykülerin anlattığı aynı dünyayı, aşağı yukarı aynı dönemi anlatıyor 2004 sonrasındaki kitaplar. Böylece, Roth'un tarif etmeyi öğrene öğrene yazar olduğu dünya, altmış senenin ardından, dikkatle korunmuş bir minyatür şeklinde yeniden yazılıyor ve yeniden çıkıyor karşımıza. Tek fark, arada duran ve 1970'lerden itibaren yayımlanmaya başlanmış büyük Roth romanlarının oluşturduğu, sisler arasında zorlukla seçilebilen o belli belirsiz birkaç devasa figür. Sanki ufak adımlarla başlamış bir büyük sefer, ufak adımlarla sonuna yaklaşıyor gözlerimizin önünde.
Nemesis, Roth'un ufak kitaplarının en çelimsizlerinden biri. İlk bakışta, yapımına yeterince tahta da, gayret de harcanmamış diye düşünüyor insan. Hikayesi, İkinci Dünya savaşı yıllarında Newark'ta açılıyor. Camus'nün Veba'sındaki gibi, ölümcül bir hastalık, sıcak bir havada bir şehri ele geçiriyor ve işini bitirip oradan ayrıldığında, pek çok ceset bırakıyor arkasında. İnsanın kaslarını donduran bu lanetli hastalık, bir çocuktan bir diğerine atlarken kendini görünmez kılmayı başarıyor. Ve görünmez olduğu ölçüde, kendisinden daha büyük bir şeye, suçluluk ve pişmanlığı andıran bir duyguya benzemeye başlıyor.
Neden bazılarımız ölür?
Çocuk felcinin taşlaştırdığı vücutlar, hem kitabın anlatıcısına hem de kahramanı Bay Cantor'a bir hayat muhasebesi yaptırıyor böylece. “Neden bazılarımız ölür de”, diye düşünüyorlar, “Bazılarımız hayatta kalır? Adalet duygusu nasıl bir şeydir? Akranlarımız, ulusal sosyalizmle savaşmak üzere okyanusun öte yanına giderken, bizim ufak bir kusurdan, göz bozukluğundan ötürü geride kalmamız, askerlerin kadınlara, çocuklara ve ihtiyarlara bıraktığı sokaklarda tek başımıza dolaşabilmemiz nasıl bir duygudur? Savaşacak bir şey olduğuna inanmış bir insan, savaşmak isteyip savaşamadığında, savaşarak kullanması gerektiğine inandığı enerjisiyle ne yapar?”
Nemesis’te aynı okula giden, aynı sıralarda yan yana oturan, tenefüslerde aynı bahçede gezinen iki çocuktan biri felç olurken, diğeri sapasağlam devam ediyor hayatına.
İsminin Arnie Mesnikoff olduğunu ancak hikayenin ortasında öğrendiğimiz anlatıcının resmettiği dünya, evet, acımasız bir dünya ve bu sorular, Cantor için fazlasıyla önemli sorular. Adaletsizlik, 1944 yazında bu karakterlerin kafalarını meşgul eden meselelerin başında geliyor. Birimiz dondurma yerken bir diğerimizin ayağı burkulur; ben kitap okurken sen hastasındır ve yataktan dışarı çıkamıyorsundur; daha iyi durumda olduğu düşünülen, geride bırakılmış kişi, diğerleri bilmez ama, bir suçluluk ve acı duygusuyla başbaşa bulur kendini. Nemesis’te aynı okula giden, aynı sıralarda yan yana oturan, tenefüslerde aynı bahçede gezinen iki çocuktan biri felç olurken, diğeri sapasağlam devam ediyor hayatına. İşte bu ufak kitabın meselesi de bu büyük, Dostoyevskici sorunun cevabını aramak.
Newark'ta o yaz, zengin ve şanslı çocuklar kamplara gitmek üzere şehir dışına çıkarken, Arnie, okuldaki arkadaşları ve beden eğitimi hocaları 'geride kalanlar' dediğimiz bu insan grubunu oluşturuyorlar. Geride kalıyorlar ve geride kaldıkları için birbirlerine sahip çıkmaları gerektiğini düşünüyorlar. 22 yaşındaki Cantor, ilk başta değil belki ama yavaş yavaş anlıyor, kendisine emanet edilmiş çocukları korumasının hayatının anlamı olduğunu. Mutlaka gerekirse kutsal kitaplarda karşılığını bulabileceğiniz bir karakter Cantor. Her gün onlarca çocuk o görünmez hastalığa yenilirken, onun geride kalanlara göz kulak olması, onlar için hayatın Apolloncu, sağlıklı yanını temsil etmesi gerekiyor. İtinayla gösterdiği beden eğitimi hareketlerini izleyen çocuklar, onlara tam da bu hareketleri yaptırmamak üzere Newark'ta dolanan hastalığın varlığını daha da çok hatırlıyorlar. Cantor güçlü olduğu için korkuyorlar güçsüz olmaktan; sonra öğretmenlerinin kendilerini korumaktan aciz bir ölümlü olduğunu öğrendiklerinde, hikayenin dünyasından da siliniveriyorlar.
Ya da bize öyle geliyor. Kız arkadaşı Marcia'dan Pennsylvania'daki bir Yahudi yaz kampında kendisine uygun bir iş olduğunu öğrenip oraya gittikten sonra, dağlar, doğa, çalılıklar, açık hava içinde yaşamanın mutluluğu ve hayatın adaletsizliği üzerine düşünürken, yavaş yavaş Cantor'un öyküsünün geride bırakılmışlar tarafından anlatıldığını fark ediyoruz. Salgın bu sefer de kampta ortaya çıktığında ise, beden eğitimi öğretmeninin sorunları daha trajik bir hal alıyor. Cantor da, Delfi'ye vebayı getiren Oedipus gibi, adını Yunan mitolojisindeki intikamcı bir tanrıdan alan bu kitapta, işlediği suç ve onun cezası üzerine dertlenmeye başlıyor.
Büyük Roth romanlarının uzağındaki bu ufak öykü, böylece son istirahat yerine doğru süzülüyor. Önümüzden geçip gittiğinde ve Sokaktaki Adam, Öfke ve Türkçeye henüz çevrilmeyen Aşağılama'nın yanında duraksayıp, sanki kendi üzerine felç inmişçesine hareketsiz kaldığında, ona son bir defa bakma imkanına kavuşuyoruz. Eğer üç sözcükle tanımlanacaksa, bu kitap hastalığı, pişmanlığı ve ölümü anlatıyor. Sahneleri renksiz, ayrıntıları ilhamdan yoksun ama anlatıcı bize bakarak konuşmaya başladığında, sahneleri tarif etmeyi bırakıp kendi hatıralarına gömüldüğünde, hatırladıklarını bırakıp hatırlama işinin kendisinden bahsettiğinde ve en sonunda, bize bu hikayeyi neden onun anlattığını ifşa ettiğinde, bu endişeli, kuşkulu, sıkıntılı Yahudi'nin ve onun kurtardığı ve kurtaramadığı çocukların öyküsünden dışarıya bir büyüklük hissi de yayılmaya başlıyor.
Neden bir eleştiri yazılmadan önce dış basındaki eleştiriler okunur ve ondan bazı cümleler ve fikirler alınır. Bu giderek bir kural olmaya başladı. Bu yüzden her yeni yazı da özgünlük biraz daha azalıyor.
Yeni yorum gönder