Bu sene kış geç geldi. Ancak kasım ayında yaktı Arif Bey kazanı. Bir akşam üşüyorum diye düşünürken baktım kalorifer dilimlerinin sadece üst kısımları sıcak, yarıdan aşağısıysa alenen buz gibi. Evde ilk kışımız, girdisini çıktısını bilmiyoruz apartmanın, emektar kapıcıya sordum haliyle. Efendim, dilimler çok eski olduğu için yıl be yıl içlerinde tortular birikiyormuş. İçlerindeki sıcak suyun bile çözemediği tortularmış bunlar, geçen on yıllarla yerlerini iyice kanıksamışlar, şuradan şuraya gitmezlermiş... Aksi Gibi de ruhumuza çöken tortulara dair.
“Kendimize iyi gelen şeyler keşfedebiliyoruz,” diyor Pınar Öğünç, buna rağmen “dipte hiç kıpırdamayan bir tabaka var. Bir oturuşta roman bitirilebilen günlere, kağıt helvalara, mangallı pikniklere, on beş dakika fazla uyuyabilmelere rağmen iyi olamıyoruz.” Hayatını vasatın altında, mutat bir “İyidir, senden” teranesiyle geçiren öyle büyük bir kalabalık var ki!.. “Mutsuzluk” deseniz kelimenin özüne uzak, “depresyon” demek ağır kaçar, “can sıkıntısı” gibi hafif olsa keşke. Yazar yüzde yüz haklı, muhteviyatı muamma bir tabaka işte içimize basan, “Bir akasyanın altında tüttürülen sigaralara, uzun sabah yürüyüşlerine, öğle sevişmelerine” rağmen dağılmıyor. Acaba “hiç bilmediğimiz bir Ahmet Kaya şarkısı daha olsa,” işimiz gerçekten daha kolay olur muydu?
Hakiki karakterler
Kendisi zapzayıfken basenlerde fazlası olanları, hiç evlenmemişken dul kalmışları, sıfatı hakkıyla taşıyan bir “akil kadın”ken zırcahilleri, kendi sosyal statüsünden, sınıfından, politik görüşünden olmayanları ustalıkla anlatmasını beceriyor Pınar Öğünç. Alt sınıflara ve büyük şehrin ötesine dair hikayelerde hakiki karakterler çiziyor. Tezgahtar –pardon, satış görevlisi– genç kadınları anlattığı “Paket Lastiği”nde müşterilere –pardon misafirlere– büyük anlayış ve güler yüz gösteren Sevda'nın evdeki afra tafrası sınıflar arası ilişkilerin bireyler üzerindeki etkisini zahmetsizce özetleyebiliyor. Zaten sınıfsal duyarlılık şehrin mutena semtlerinin ev köpeklerine dair hikayede (“Hayvan Kaynakları”) bile kendisini hissettiriyor: “Bu şehrin köpekleri zengini fakiri biliyor. Öyle hırsıza ayyaşa, deliye filan havlamak değil, bildiğin kıyafetinden ayırıyor. Ucuzundansa başlıyor ulumaya. ... Fakirin kokusu mu var lan, onu mu alıyor eşşeğin evlatları?”
Didim'deki mevsimlik turizm emekçilerine dair “I love you Şermin” de çok iyi bir hikaye. Yazları büyük otellerde garsonluk yapan, diğer mevsimlerde yol kenarında organik –ev yapımı demek yetmiyor artık– salça, reçel, kekik satan Ali'nin, ilkokul arkadaşı İsmail'in dükkanında gördüğü Finlandiyalı turist kıza kara sevdası hikayemizin konusu. Zeki Demirkubuz filmlerindeki yarım yamalak romantizmi hatırlatıyor. Ali en yakın arkadaşlarından saklasa da bu hikayenin okuru olma ayrıcalığıyla biliyoruz, aslında genç adamın aşkı çok büyük, adeta içi kendine dar geliyor. Ama duygularını anlatmaya, yaşamaya kalkınca, aşkı bir anda güdük kalıyor, komik oluyor, otoyol kenarına kurulan iğreti tezgahlardan farkı kalmıyor.
Kitaptaki en iyi hikayelerden biri –belki kendim dahil birçok gerçek kişiyi pek güzel anlattığı için– “Bülent Ersoy Taklidi.” Çok yazan ama yazar olamayan birinin hikayesi bu. Eşantiyon ajandalara yıllar yılı günlükler tutan, yarışmalara öykü yollayan, çocukluktan beri kitaplarını oyuncaklardan daha çok seven... Ama daha önce söylenmemiş sözler bulmak zor. Çok zor. Sevdiğine, eski sevgilisinin sözleriyle iltifat etmiş gibi olunca hiç şansınız yoktur, diyor Öğünç. Evet, işte okumayı seven insanın kendi hikayesini yazarkenki trajedisi: Kafanın içinde çınlıyor Borges'in meftunu olduğun satırları ama Borges parodisi olmadan nasıl Borges kadar iyi yazar insan? Az buz değil, yıllarını edebiyatın tribününde geçirmiş sadık okur sahaya iniyor. İyi izleyicilerden iyi oyuncu çıkar mı? Bazen. Ama işte kendi oyununu kurmak esas mesele. Kendi sesini bulabilmek: “Peki ya insan hep başladığı yerde kalır, kendini birileri gibi yazmaktan alıkoyamazsa? Her yazdığı bir başkasının satırlarını çağrıştırıyorsa, okuyana çalıntı, taklit hissi veriyorsa? Söyleyeceği bütün sözlerin, hem de kullanmak istediği noktalama işaretleriyle birlikte çoktan söylendiğinden, illa yazmak için inat ederse en fazla birilerinin sesini çıkarabileceğinden emin olursa?”
Gözden kaçmayacak bir imza
Pınar Öğünç'ün kendi sesini bulduğuna şüphe yok. Gazete yazılarından röportajlarına, denemelerinden öykülerine yazarın gayet net bir sesi, gözden kaçmayacak bir imzası var. Ama şunu da eklemek gerek, kitabın geneline hâkim ses, okura bir hikaye anlatmaktan çok kendi kendisiyle dertleşiyor gibi. Aksi Gibi, bir kurgu eser olarak çok güçlü değilken, deneme türünü hatırlatan bilgelikleriyle akılda kalıcı. Mesela: “İnsan ucuna ekleneceği kuyruğu uzaktan gördüğü an, tam orada olmayı hak ettiğini düşünüyor. Sonra araya biri girmesin diye çevredeki herkesin o kuyruğa doğru yürüdüğünden kuşkulanarak, bu kuşku üzerine daha da hızlanarak bir an evvel ulaşmak istiyor.”
Hikayenin hikaye halinden çok -yani karakterlerinden, olay örgüsünden, duygusundan, kokusundan çok- içinde geçen bir cümle, bir paragraf, birkaç satır hikayeleri ve dolayısıyla da kitabı güzel kılıyor. Yazarın sıradan gibi görünen birçok saptaması çok daha derin, neredeyse felsefi tartışmalara götürebilecek denemelere dönüştürülebilir.
Örneğin, “teşhis edilemeyen tüm hastalıkların sebebi olarak stres” diye bir kitap yazsa Pınar Öğünç! Zira, “Vücut A.Ş.”de, “O zamana kadar kaynağı sıkıntı, stres olmayan bir hastalık teşhisi konmamıştı bana,” derken o kadar haklı ki. Stresin kolay bir tanımı yok, gel gör ki saç sakal döküyor, sivilce çıban çıkarıyor, baş kıç ağrıtıyor, doğurmanıza emzirmenize mani oluyor, ve daha neler neler. Öğünç gerçekten haklı, ey sevgili mide “İşi gücü belli bir organsın, benim sıkıntımdan sen niye kendine dert çıkarıyorsun?”
* Görsel: Onur Atay
Yeni yorum gönder