Ayaklarının Altındaki Toprak, bu yıl okuyacağınız en ilginç birkaç romandan biri olacak, buna şüphe yok. Bir benzeri daha olmayan bir metinle karşı karşıyayız. Toni Morrison’un ‘küresel roman’ sıfatıyla tanımladığı, 800 sayfayı aşan bu Rüşdi kitabı, referansları bütünüyle popüler kültür tarafından belirlenmiş bir dünyada geçiyor. 1999 yılında, yani küreselleşmenin zaferini ilan ettiği bir dönemde yazılmış metin bize 1930’lardan başlayan altmış yıllık alternatif bir popüler kültür tarihi sunuyor. Rüşdi, Rolling Stone dergisini de Bob Dylan’ın şarkı sözlerini de, Magnum fotoğraf ajansını ve Joseph Heller’dan Milan Kundera’ya ünlü çağdaş romancıları da tanıdığınızı varsayıyor, bir zamanlar Tolstoy’un ‘yoksulluk’, ‘saygı’ veya ‘eşitlik’ gibi kavramları okurlarının tanıdığını varsaymış olduğu gibi... Kendisi gibi melez, göçmen bir kültürle yoğrulmuş bir okur hayal eden ve alternatif bir evrende geçen bir roman bu; Kennedy’nin kendisine yönelik suikastten son anda kurtulduğu, 20. yüzyıl figürlerinin farklı maskelerle karşımızda resmi geçit yaptıkları öykünün dünyası da lanetli bir günde açılıyor. 14 Şubat 1989’da. Berlin Duvarı’nın yıkıldığı yılın Sevgililer Günü’nde -aynı zamanda Salman Rüşdi’nin önceki romanlarından Şeytan Ayetleri yüzünden öldürülmesini emreden Ayetullah Humeyni’nin fetvasının yayımlandığı günde.
O sabah, efsanevi şarkıcı Vina Aspara kabuslarla dolu bir rüyadan uyanır, gözlerini açtığı otel odasında yanında zengin bir inşaatçının varisi Raul Paramo yatıyordur. Geceyi koridorda uyuyarak geçirmiş olan, hayatı boyunca Vina’nın gölgede kalmış aşkı olan “Rai” lakaplı fotoğrafçı (ve kitabın anlatıcısı) Umeed Merchant, Vina’yı ağır bir gecenin ardından sürüklendiği ölümün eşiğinden kurtarıp bir helikoptere bindirir. Kitabın bir müzik video’suna benzeyen ilk sahnelerinin kaosunda yolumuzu bulmaya çalışırken birkaç sayfa içinde Vina’nın yaşadığı çağa damgasını vurmuş bir şarkıcı olduğunu ve bu arada, götürüldüğü Meksika’da gerçekleşen depremde öldüğünü öğreniyoruz.
Sonra, anlatıcı dostumuz Rai filmi başa sarıyor. 1930‘lu yıllar. 27 Mayıs 1937’de Hindistan’ın Bombay şehrinde sabahın erken saatlerinde bir bebek dünyaya geliyor; Vina’nın hayatının aşkı olan Ormus Cama. Ormus’un dünyaya yuvarlandığında yaptığı ilk hareket, ellerini havaya kaldırıp hayali bir gitarın tellerini tıngırdatmak oluyor. “Bu enstrümanın en yetenekli üstadları bile gurur duyardı çalışından,” diyor Rüşdi’nin anlatıcısı ve eğlence başlıyor.
Öncelikle Sör Darius Xerxes Cama, yani Ormus’un babasıyla tanışıyoruz. İngiliz romanının en olağanüstü figürlerinden biri olduğunu hemen söyleyelim -Rüşdi, bu İngiliz hayranı Hintliyi öylesine sevecen bir ironiyle anlatıyor ki, insan onunla alay etmekle onun yerine geçmek gibi iki uç arasında gidip geliyor. Ancak bir Cervantes’in veya Laurence Sterne’ün altından kalkabileceği bir anlatım yaratarak kitabın Hindistan’ın bağımsızlığına kadar uzanan ve ‘sömürge aydınları’ ve yurttaşlarını resmeden bölümleri mutlulukla, hayranlıkla, büyülenmeyle, hazla okunuyor. Virus ve Cyrus, Ormus’un ikiz kardeşleri; ilki daha beş yaşındayken kendini sessizliğe ve içgörüye adıyor, ağzını bıçak açmıyor, ikincisi ise bir seri katil oluyor ve kitabı bir cinayet romanına dönüştüren harika ayrıntılarla anlatılan öyküsünde kurbanlarını yastıkla boğarak öldürüyor. Ormus’un da bir ikiz kardeşi var ancak doğum esnasında ölüyor ve kitap boyunca ona öbür dünyadan mesajlar, şarkılar gönderiyor.
Bir yandan da anlatıcı Rai’nin ailesi Merchant’ların öyküsüne tanıklık ediyoruz. Vina ise Yunan asıllı Amerikalı bir anneyle ailesini terk eden Hintli bir babanın kızı. Virgina’da yetişen Vina çocukluğunda bir gün eve döndüğünde bütün ailesinin öldürülmüş olduğunu görüyor. Amerika’da geçen bu bölümlerde masum bir anlatım, Yeni Dünya’ya uzaktan duyulan bir hayranlık var, akla Nabokov’un Lolita’sını getiriyor. Yoğun, derin ve eski Rus kültürü içinde yetişen ve Amerika’ya göçüp buranın masumiyetini kitaplarının konusu yapan Nabokov gibi Rüşdi de Britanya tarihini, Bombay’ın kuruluşunu, burada yetişen ayrıcalıklı, kültürlü sınıfların hayallerini, özlemlerini incelikli üslubuyla anlattıktan sonra taze bir nefes almak üzere Amerika’ya uzanıyor.
Rüşdi’nin yazdığı en iyi metinlerden birine, kitabın altıncı bölümüne geliyoruz böylece. İnsanlığın kökenleri ve uygarlıklar tarihi üzerine Bombay’daki evinde araştırmalar yapan Darius Xerves Cama’nın Avrupa-Asya Topluluğu’nun yıllık konferansında bir konuşma yapmak için Londra’ya davet edilişini ve Heathrow’a yaptığı seyahati okuyoruz. Hayatı boyunca bütün değerlerini benimsediği İngiltere’ye doğru en şık kıyafetlerini giyerek yola çıkan Sör Darius’u İngilizler sevip benimsemek şöyle dursun, neredeyse sınır kapısından içeri almıyorlar ve felaketlerle dolu günlerin ardından hayalleri yıkılan Darius, ölmeyi bekleyen bir sömürge aydını olarak Bombay’a dönüyor.
Kitabın ikinci bölümü, Darius’un ölümünün ardından İngiltere’ye taşınan ailesini ve anlatıcı Rai’nin burada Nebuchadnezzar olarak geçen Magnum fotoğraf ajansına girip dünyanın en önemli foto-muhabirlerinden biri oluşunu anlatıyor. Hiperaktif bir üslupla Pol-Pot’dan Watergate’e, Çavuşesku’ların idamından Charles Manson’a ve The Beatles’ın konserlerine ilgiyle incelenen kareler sunuyor bize. Yakın zaman önce gösterime giren bir filmden (The Boat That Rocked) öyküsünü bildiğimiz, 1960‘ları sarsan bir korsan radyo gemisini anlattığı bölümlerde insan Rüşdi’nin kitabının içinde en az dört-beş kitabın malzemesinin olduğunu düşünmeden edemiyor.
İlk bakışta Orpheus ve Eurydice mitiyle Medea ve Persephone’yi, Yunan mitolojisiyle Hint masallarını birleştiriyor gibi görünen roman öylesine obur ki, James Joyce’un Ulysses’inin son bölümünün bir parodisini de, Melville’in Moby Dick’inin izleklerini de bünyesine katıyor, en sonunda olağanüstü yoğun ve geniş bir romana dönüşüyor. Göçmenleri, iki arada bir derede kalmışları, geçmişleri ve gelenekleri olmayanları veya geçmişlerinden ve geleneklerinden kaçanları anlatan bu ‘küresel roman’ın en büyük sorunu ise New York’u ve buranın kabesi Manhattan’ı sürgünlerin buluştuğu bir hayal ülkesi olarak resmederkenki naifliği. İnsan bir süre sonra Rüşdi’nin âşık olduğu Amerikan kültürüne duyduğu hayranlıktan bitap düşüyor ve son bölümlerinde Ayaklarının Altındaki Toprak artık Kıta Avrupası’nın, ironik Avrupa romanının diliyle değil, Amerikanca konuşan bir metne dönüşüyor. Yaşayan en yetenekli, enerji dolu ve zeki birkaç romancıdan biri olan Rüşdi’nin dünyanın kültürel-siyasi sorunlarından kaçmak için gittiği Manhattan’ın masumiyetine de gerçekliğine de, bu şaşkınlık verici ‘küreselleşme masalı’nın hiçbir anında ikna olamıyorsunuz.
Yeni yorum gönder