Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Rüya kumaşlar, ipek tezgahları



Toplam oy: 781
Gözde Demirel
Mylos Kitap
Ah Minel Hayat, bir yandan işveren-işçi ilişkileri, emek sömürüsü, endüstri düzenini işlerken, başkaca katmanlar da sunan bir yapıt.

1 Şubat 1933’te Bursa’da, Canipzade İpek Atölyesi’nde açılıyor Ah Minel Hayat. Saat onu yirmi geçiyor. 17 yaşında, hayatının baharında, üç aya kalmadan evlenecek bir ipek fabrikası işçisi Seniha. Kozalar ayıklandıkça, tezgahta ipekler dokundukça hayaller uçuşuyor elbette. Düğün, yaz sonu. Kumaş peşinde, Seniha: Krep Keriman. Oysa Krep Keriman, ya mühendis karılarına ya da esnaf eşlerine nasip olabilecek bir kumaş. İşçi kızlarınsa ancak rüyalarında giyebildikleri. Kalfanın sesiyle rüyalardan uyanılıyor, çay molası bitiyor! Hollanda’ya siparişler yetiştirilecek.

 

Yarım saat sonra Bursa Adliye Dairesi’ne geçiyoruz. Derken Kapalıçarşı’ya, yeniden ipek atölyesine; bir defa daha Bursa Adliye Dairesi’ne, oradan Ulu Cami önüne… Hediye kumaşlar, “ait oldukları” sınıfa mensup birine geri dönüyor. Emanetler, kendi evlerine. Kış ayazı, işçi kızları üşütüyor.  

 

Ah Minel Hayat, bir yandan işveren-işçi ilişkileri, emek sömürüsü, endüstri düzenini işlerken, başkaca katmanlar da sunan bir yapıt. Küçük hacmine rağmen, detaylarla, nüanslarla örülü nefis bir harita sunuyor. Okur, romanın arazisinde istediği kadastro ölçümlerini yapabilir, dilediğince derine inebilir. Neticede, fabrikalar, genç işçi kızlarının kanlarıyla kırmızıya boyandı asırlar boyunca.

 

Ah Minel Hayat’ın ikinci kısmı olan “Casus Var”da ise 1944 yılında, Ankara’dayız. Ankara Palas’ın barında oturuyoruz. 1934 yılında Atatürk’ün davetiyle Türkiye’ye gelen ilk profesörlerden biri olan Albert Ambler ile tanışıyoruz. Kırık hayallerin sonu yok. Korkulu ayna önlerinin de. Tehlikeli bilgiler her yeri sardıkça, kurgu bir cinayet romanı, gerçek ve kurgu arasındaki sınırları bulandırdıkça, hayal kurulan yeni hayatlar gerçeğe dönüşebilir mi, birlikte peşine düşüyoruz. 

 

 

Suyun öte yanında kökler


Gözde Demirel, sık kanal değiştiren bir televizyon izleyicisi gibi, karakterden karaktere sıçrayarak, tökezlemeden hikayelerini tamamlıyor. Zor cam önlerinde, şehirler, mekanlar değişiyor. Rüyalar sabit. 

 

Sürpriz mektuplar, zehirli bilgiler derken eserin üçüncü bölümü olan “Yeniliğe Doğru”ya geliyoruz. 1956 Temmuz’unda, Eskişehir’deyiz bu kez. Gözde Demirel, bir yandan bir kentler tarihi anlatıyor; bir diğer yandan siyasi tarih, aynı anda da Türkiye ekonomisi tarihi. Bir taraftan ise göç sosyo-psikolojisi. Anlatımının arka planı çok boyutlu ve bilgi dolu.

 

Porsuk kıyılarında yürüyoruz yürümesine de... Zor göçler, soğuk kentler, ağır kışlar. Hem kader belirleyen soyadlar hem de “Sanayi Sokak”ta oturmalar, hiç kolay değil. Gözde Demirel, belli ki Ah Minel Hayat için çok çalışmış, çok da özenmiş. Dönemlere ilişkin bilgiler, detaylar çok leziz. Roman kahramanlarından çocuk isimleri, suyun öte yanında kökler derken yapıtın son bölümü olan “Ah Güzel İstanbul”a ulaşıyoruz. İstanbul’dayız, Temmuz 1966. Hikayenin en başından itibaren tanıdığımız karakterler, aradan geçen 33 yılda ne yönde değiştiler? Toplum, arka plan ne yönde değişti? Kitabın son kısmı, bir tür baloya dönüşüyor. Kloş etekler, küt siyah saçlar, İspanyol paça pantolonlar, pötikare mini etekler… Beatles plakları, Emek Sineması, meşhur Ah Güzel İstanbul (yön. Atıf Yılmaz, 1966) filmi. Beklenmedik yürek tutulmaları, yarım kalan cümleler. Sonra elbette film başlıyor. 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.