Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Rüzgarın getirdiği



Toplam oy: 442
Lois Sepahban
Beyaz Balina Yayınları
Travmanın sözü yoktur. Bir koku, bir görüntü, bir ses, bir dokunuş, bir çağrışım yangın yerine çevirebilir belleğimizi.

Göç, ayrılık, travma, acı, savaş, yas… Bastıkları yeri inleten kelimeler bunlar. Sinemada, edebiyatta, müzikte, kısacası sanatın her dalında da sıkça rastladığımız temalar. Böylesine sık rastlaşma, bu zor yaşantıları bir sağaltma yöntemi olarak da görülebilir. Bir şeyi söze, eyleme döktüğümüz sürece, yani içeridekini dışarıya çıkarabildiğimiz ölçüde iyileşmeye, rahatlamaya o kadar yaklaşıyoruz. Psikanalizin temeli de bu içeridekinin dışarıya, yani bilinçdışının bilince çıkarılmasına dayanır ne de olsa. Bu işlemin önemli araçlarından birisi de dildir, ifadedir.


“Travma”, Gottfried Fischer’in tanımıyla, “Kişinin başa çıkma olasılıkları ile yaşanan olayın mahiyeti arasında büyük bir uçurum olma durumunda ortaya çıkacak çaresizlik durumudur,” ve bireyin “kendisi ve dünya hakkındaki algısı”nın ciddi sarsıntıya uğraması halidir. Travmanın sözü yoktur. Bir koku, bir görüntü, bir ses, bir dokunuş, bir çağrışım yangın yerine çevirebilir belleğimizi. İlgisiz olaylara verdiğimiz duygusal ya da fiziksel tepkiler, travmanın dallanıp budaklanabilme gücünü göstermektedir bizlere. Bilinçli olarak ilgisizmiş gibi görünen bir şeyin bilinçdışında elbette ilgili olduğu pek çok yer vardır. Travma bilinçdışımızda köklenip bedenimizde meyvesini verir.

 

 

Hiç kuşkusuz savaş ve göç de çoğu kişi için travmatik bir deneyimdir. Çocuk dünyasında ise, bunun bambaşka anlamları da olabilir. Tıpkı Manami’nin dünyasında olduğu gibi...


Acı ile umut yan yana


İkinci Dünya Savaşı sırasında Pearl Harbor’da yaşananların ardından Amerikan Hükümeti, Japon kökenli Amerikalıları toplama kamplarında yaşamaya zorlar. Manami de, anne-babası, dedesi ve köpeğiyle birlikte evinden ayrılmak zorunda kalır. Fakat köpeği Yujiin’i saklaması gerekmektedir çünkü kampa köpek götürmek yasaktır. Köpeğini gizlice paltosunun içinde taşırken yakalanır bu küçük kız çocuğu ve köpeğini askerlere vermek zorunda kalır. Bu olay Manami’nin hayatında yıkıcı bir etkiye sahiptir; yaşadığı bu travmatik olayın etkisiyle konuşma yetisini kaybeder. Çok büyük bir suçluluk duygusu, üzüntü ve yas süreci eşlik eder Manami’ye. Gittiği kampta okula başlar ve okuldaki öğretmeni Manami’ye duygusal destek verme konusunda çok yardımcı olur. Öğretmen Rosalie, hayatın kendi akışı içerisindeki sürpriz karşılaşmalara bir örnektir. Ve Manami’yi hayata karşı motive eden bir güçtür. Ona boya kalemleri vererek resim yapmasını sağlar. Manami de köpeğinin geri gelmesi için kağıda resimler yapar ve onları rüzgara bırakır. Bu dışavurum süreci onun var olan durumla yüzleşip olanı kabul etmesini ve yeniden devam etmesini de sağlar.


Manami’nin ailesi de kamptaki tüm olumsuzluklara karşın hayata tutunmaya çabalarlar. Anne-babası iş bulur; annesi, kamptaki yemekleri beğenmediği için aşçılık yapmaya başlar. Anne, evlerinden getirdikleri soğan-sarımsak tohumlarını bahçeye diker ve Manami’nin de bahçeyle ilgilenmesini sağlar. Bahçe umudun, mücadelenin, yeniden dirilişin, pes etmemenin sembolüdür artık Manami ve ailesinin hayatında. Israrla bu kurak bölgede yağmurun yağmasını beklerler... “Toprağın altında, soğuktan korunmak için kış uykusuna yatmış soğanlar ve sarımsaklar./ Ömürlerinin sonuna gelmiş, önümüzdeki bahara tohumları olsun diye çiçek veren yeşillikler./ Yeni bitkiler yetiştirebilmek için tohum bekleyen boş tümsekler./ Güçlü bitkiler./ Kökleri derinlere inen bitkiler./ Hayatta kalan bitkiler.”


Rüzgâra Bırakılan Dilekler, bir gençlik romanı, ama, acıyla umudu yan yana barındırmasıyla yetişkinlerin de hayata dair kıymetli şeyler bulabileceği bir kitap. Tarihi olaylara bir de bir çocuğun gözünden bakmak, kitaptaki duygusal tonun hemen okuyucuya geçmesini sağlıyor. Bu sebeple de duygusal iniş çıkışlardan, karakterleri içselleştirmekten kendinizi alıkoymak pek kolay değil...

 

 


 

 

 

Görsel: Dilem Serbest

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.