Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Sabahları ortalık sessiz ve soğukken



Toplam oy: 1101
Stanley Kubrick gibi Salinger da insanı "Acaba kötü bir şey yapmış mı" diye düşündüğü her seferinde şüphelerinden utandıran biri. Kim sızdırdıysa bu hikayeleri çok hayırlı bir iş yapmış, bunları okumadan ölmek istemezdim.

Holden'ı özlemişim. Uzun zaman olmuştu görüşmeyeli. En son "Gönülçelen'i bir de İngilizcesinden okuyayım" dediğimde hasret gidermiştik. Shane Salerno'nun Salinger belgeseli (ve kitabı) gündeme geldiğinde Gönülçelen'in çevirilerine dair güzel bir makale çıkmıştı New Yorker'da. Holden'ın sesi başka bir dile, Rusça'ya nasıl çevrilir, yazının mevzusu buydu. Ruslar yeni bir çeviri sipariş etmişlerdi velakin yeni çeviri o kadar "Amerikan diliyle konuşmaya çalışan bir çeviriyim anlıyor musun ha ahbap" tadındaydı ki yayıncılar kitabı toplatmışlardı (Allah'a şükür bizde Coşkun Yerli'nin Çavdar Tarlasındaki Çocuklar çevirisi de Adnan Benk'in Fransızcadan yaptığı çeviri de fevkalade hakiki geliyor kulağa, ikisi de böyle bir Amerikalıdan-çok-Amerikancı-ses-tonu derdinden muzdarip değil). Yazının bana hatırlattığı şey, Holden'ın sesinde çevrilmesi zor bir şeyin olduğuydu. Her türlü dalavere ve sahtelikten nefret eden çok hakiki ve harbi birinin sesi, başka bir dile çevrilince ister istemez sahteleşiyordu. En nihayetinde bir çevirmen "Ben şimdi Holden Caulfield olacağım" diyor ve biz de kitabın başına bunu idrak etmiş vaziyette geçiyorduk. Salinger'ın üç yeni hikayesinin insan içine çıktığını, internette dolanmaya başladığını, nihayet "Salinger'dan yeni bir kitap" okuyabileceğimizi bir sabah vakti Twitter'daki cıvıltılar arasında öğrenince aklıma ilk gelen şey de bu oldu. Acaba Salinger, bu yeni hikayelerde ne ölçüde 'kendisi' olabilecekti? Salinger olmak ne demekti, sürdürülebilir bir şey miydi, o kadar hayran olduğumuz bu şeyi yeni bir çehresiyle görmek bizi hayal kırıklığına uğratmaz mıydı?

Stanley Kubrick gibi Salinger da insanı "Acaba kötü bir şey yapmış mı" diye düşündüğü her seferinde şüphelerinden utandıran biri. Hayal kırıklığına uğratan hikayeler mi? Ne münasebet: "Bovling Toplarıyla Dolu Okyanus"u bitirince bir bovling topunun altında kalmış gibi oluyorsunuz. Dandik bir Salinger metni bulduk, ona hep birlikte acıyabilir/ ona bu hainliği yapanları rejim muhafızları olarak mahkemelerde yargılayabiliriz diyenler lütfen başka kapıya. Kim sızdırdıysa bu hikayeleri çok hayırlı bir iş yapmış, bunları okumadan ölmek istemezdim.

Hikayenin anlatıcısı Vincent, Holden'ın ağabeyi oluyor. Lakin buradaki asıl kahramanımız on iki yaşındaki Kenneth. Habire ayaklarından çıkan ayakkabılarıyla başlıyor hikaye. Niye çıkıyor ayakkabıları? Bu konuda çeşitli teoriler var ama şurası kesin: Kenneth'ı anlatmaya ayaklarından başlamak çok iyi bir fikir. Kızıl saçlarından ve üzerine Hint mürekkebiyle dizeler kopya ettiği parmaklarından bahsediyor ağabeyi Vincent. Böylece birkaç fırça darbesiyle çocuk önümüzde beliriveriyor.

Zaten Holden Caulfield'ın şeceresine aşina olanlar Kenneth'ı tanırlar. İnsana "Bir yazarın ancak bu kadar Salingervari bir ismi olur" dedirten Kenneth Slawenski'nin fevkalade başarılı kitabı Üzüntü Muz Kabuğu ve J.D. Salinger'da belirttiği üzere, Kenneth'dan Gönülçelen'de başka bir isimle, Allie olarak bahsedilmektedir. Orada Kenneth'ın kan kanseri olup öldüğünü okuruz: Burada ise durum farklı. Vincent, "Bir beyefendiydi o; on ikisinde bir beyefendi; hayatı boyunca beyefendi olmuş biri," diye tarif ediyor kardeşini. Hayatın manasına genç yaşta vakıf olmuş bilge bir kişilik: Blake okumuş, Fitzgerald okumuş, Keats okumuş. Kitap kurtları familyasından bir tip anlayacağınız. Ama sonumuz benzesin ister miyiz, o kadar da emin değilim. Vincent genç bir yazar; kardeşine "Bovlingci" başlıklı yeni bir hikaye yazdığını söyleyince Kenneth hemen detayları öğrenmek istiyor. Sonra da "İyi güzel de sevgili abicim, olmuş gibi anlattığın bu hikayenin gerçekten de yaşandığını nereden biliyorsun, bunları sen nerenden uyduruyorsun?" mealinde bir yorum yapıyor. Holden'dan çok farkı yok anlayacağınız: Sahteliğe dayanamıyor, sahtelik gördüğü yerde sinirleniyor, sahtelikleri savmak için her şeyi göze alıyor. Sonunu anlatmak suretiyle okuma zevkinizi bozmayı asla istemem, yine de Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün'deki Seymour Glass gibi Kenneth'in da plajlara düşkün olduğunu söylemekle yetineyim. Bir de Collier's dergisinde yayımlanmak üzere son halini almış hikayenin yıllar yılı Princeton kütüphanesinde durduğunu, internete sızan korsan kitabın buradan dışarı sızdırılmış hikayelerden oluştuğunu. Son olarak da, hikayede birkaç sayfa görünüp sırra kadem basan Holden'ı insanların bu kadar kısa sürede dahi sinirlendirmeyi başarmasına ne kadar şaşırdığımı. Hep aptal aptal sorular sorup duruyorlar. Sonra da Holden neden böyle sinirli, neden böyle ters, neden böyle uyuz. İnsan biraz da kendine bakar.

Sayfayı çevirip ikinci hikayeye geçerken garip hissettim. "Yeni bir Salinger hikayesi daha okumak üzereyim!" Sanki her hafta yaşadığım doğal bir şeymiş gibi. Ama değil. Hastanedeki odasında yatan Ray ve nişanlısı Ethel'i anlatan Doğumgünü Çocuğu'nu okurken insan bu yüzden bitmek üzere olan tatlısını yeme işini yavaşlatan bir çocuğa dönüşüyor. Hikayenin bir de üçüncü karakteri var: Bayan Collins isimli bir hemşire. Ray'in canı sıkkın. Hemşireden de nefret ediyor, içki içemiyor olmaktan da. "Bugün benim doğumgünüm, hem hastayım hem yastayım, bir şişe içki içme vaktinin geldiği kanaatindeyim" diyor Ethel'e. Ancak kız bu isteği kabul etmiyor. Herif surat yapıyor. Hikaye de kesif bir karamsarlık atmosferinde, hızla aşağıya inen bir asansörün içinde bitiyor.

Kitaptaki son hikaye olan Paula'yı okurken insan bu asansörün içindeki Ethel kadar kötü hissediyor kendini. "Kitap bu kadar kasvetli bir biçimde mi bitecek, hiç mi umut ışığı yok" diye düşünürken Bayan Hincher'la tanışıyoruz. Kocasına bir ricada bulunuyor: Hani ben hamileyim ya, çocuğum olacak ya şimdi, diyor, o çocuk doğana kadar bütün vaktimi odamda, yatağımın içinde geçirsem, dış dünyanın karmaşasından, tehlikesinden, şirretinden tamamen kaçsam keşke, ne güzel olur değil mi? Biraz Bunuel filmlerini akla getiren bir anlaşma önerisi bu: Hiç evden çıkmayayım ve bakalım neler olacak. Bay Hincher bu işten pek hoşlanmamakla birlikte karısından korktuğundan "İyi bari" deyiveriyor. Herkesten gizledikleri plan böylece yürürlüğe giriyor. Lakin insan bir defa hayatını yatağının içinde geçirmeye başlamayagörsün, bir daha dışarı çıkmayı hiç mi hiç istemiyor.

Şimdi, özellikle de bu son hikayeyi okuduktan sonra, insanın Salerno'ya hak veresi, "Salinger İkinci Dünya savaşında yaşadıkları, gördükleri, hissettikleri yüzünden ruhu örselenmiş biriydi, hayatını dış dünyadan yalıtmasının sebebi de budur" teorisine inanası geliyor. Kendini dalgaların altına, yataklarına, hastanelere kapatmış bu erkekler ve kadınlara bakınca insanın aklına sabah çok erken vakit, ortalık soğuk ve karanlık ve sessizken hissettiğimiz duygular geliyor. Dış dünya ne demek, iç dünya ne demek? Şu mutfakta durmak ne demek, dışarı çıkmak ne demek? İnsanlar gerçekten de uyanmak ve dışarı çıkmak ve bu şehri harekete geçirmek zorunda mı ve ben gerçekten de onların arasına karışmak ve onlarla konuşmak ve akşam buraya dönene kadar ortalıkta koşturmak zorunda mıyım? Holden'ı bu tekinsiz soruları aklıma getirdiği için özlemişim. Onu bir daha görmeyeceğimi düşününce sabah yalnızlığı duygusu artıyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.