Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Sahilde Kafka, Uçurumda Murakami!



Toplam oy: 2797
Haruki Murakami
Doğan Kitapçılık

Öncelikle söze bu “doğaüstü” romanın anlattığı doğaüstü hayvanlardan biri olan karga ile başlayalım. ‘Kafka’, Çek dilinde ‘karga’ demek. Kitabın kapağında; muhtemelen romanın kahramanı olan genç erkeğin – Kafka Tamura’nın – kafasında durup “Kafka” kelimesini gagalayan kırmızı karganın, Murakami’nin kafasında tasarlamış olduğu binlerce tuhaf hikaye ve diyalogdan sadece çok ufak bir kısmının ipucunu verebilecek ya da imgeleyebilecek bir imaj olduğu aşikar. Bu, daha kitaba fiziksel olarak ilk dokunuşlarımızda bizi karşılayan ve zamanla tuhaf tesadüfler gibi karşımıza dikilip, tebessüm ederken dudaklarımızı koca bir soru işareti haline getirecek olan ilk unsur.

Daha kapakta başlayan hayal gücü eziyeti, 650 sayfada ne hale gelecek siz düşünün yani!

Kafka adı, günümüz yazınında bir yalnızlık, kara bir hayal gücünün yanında katışıksız gerçekçilik arayışı ve herkesçe kabul edilmiş bir “Ne oldum değil ne olacağım demeli! (Dönüşüm)” tedirginliğinin temsilcisi, şüphesiz. Fakat Haruki Murakami, ölüyü diriltecek cinsten yoğun imajinasyonunun içine bir de alışılmamış türde diyaloglar ekleyince, tam da Japon işi bir kitap çıkmış ortaya. Tadının daha önce yediğiniz hiçbir şeye benzemeyecek kadar olağanüstü olduğunu bildiğiniz ama yine de yemeye çekindiğiniz bir böcek kızartması gibi; temkinli - hatta ürkek ama heyecanla, ufak ufak yaklaştığınız bir Murakami şaheseri.

İlerleyen sayfalarda düşünsel şemamızın taşıyıcı elemanlarını yerinden oynatacak diyaloglardan biri, kitabın ilk bölümlerinde bize tüm sadeliğiyle hoş geldin diyor ve önümüzdeki yolculuğun iskeletinden haber veriyor: “Yolculuk yol arkadaşıyla, dünya duyguyla.” diyor genç bir kız, genç bir çocuğa. Ve çocuk yanıtlıyor: “Sanırım bu rastlantı ve arkadaşlıkların, insanın duyguları için önemli olduğu anlamında bir söz.” Belki çok da önemsemeden okuyup geçiverdiğimiz bu Japon atasözü, kitabın tüm kahramanlarının birbirlerinden elma ve armut gibi tamamen farklı karakterlerde olmasına rağmen, hepsinin birden nasıl yolunun kesiştiğinin, hatta bunun sıradan bir ‘yol kesişmesi’ olmasından ötede, toplu bir ‘boyut atlama’ haline gelişinin konu başlığı. Belki de buna, mevzu bahis kehanetin gerçekleşmesi için sırasını bekleyen oyuncuların bir bir sahneye çıkması için gerekli olan parola da diyebiliriz. Ne dersek diyelim, sonuç değişmeyecek: Eğer kitabı kamuya açık bir alanda okuyorsanız, surat ifadelerinize dikkat edin.

Az önce “rastlantıların önemi” üzerine yazmış olduğu paragrafa Murakami yine kendi kendine başka bir paragrafla yanıt veriyor: “İki insanın kol ağzı sürtmüşse, bir nedeni vardır.” Ve bunu söyleyen kahraman tam da size dönüp gözlerinizin içine bakarak açıklıyor bu atasözünü: “Bu, bir önceki yaşamdan kalma bağları anlatır. Dünyada hiçbir şeyin tesadüfen ol-a-mayacağı anlamında kullanılır.”

Gerçekten de hiçbir durumun ve olayın tesadüf mantığıyla geçiştirilemeyecek kadar ince oya işiyle işlendiği roman, kimi zaman size kocaman “Neden?!” çığlıkları attırıyor. Her şey o kadar olağanüstü ki, bunu söylemek bile anlamsızlaşıyor sanırım. Her şey bu multi-olağanüstü döngü içerisinde devinip dururken, anlatılan şimdiki zaman ve önceki zaman arasında bağ kurmaya çalışmaktan yorgun düşebilir insan. Örneğin bölümlerden birinde anlatılan bir “gök cismi” konusunda – eğer sorun benim anlayış kabiliyetimde değilse – oldukça kararsız kalabilir, büyük bir beklenti içerisine girebilirsiniz. Ve geri kalan pek çok hayal ürünü içerikli anlatımda da bu sorun devam edebilir. Hikâyeyi açık etmeyen bağımsız bir örnek vermek gerekirse; tam ‘kırmızı kar yağışının’ sırrına erişmişken, bu sefer de ‘kırmızı’nın sırrına takılıp kalmak gibi, hiç bitmeyen bir hayal diyarı labirenti...

Hikâyeye bağlı kalıp yoldan ayrılmamanın tek yolu, olaylar ve kavramlar arası bağ kurmanız konusunda ısrarcı tavrı olan anlatıma karşı koymak. Murakami’nin 650 sayfa boyunca anlatmış olduğu tüm o hikâyeler – kimi absürd, kimi bu dünyaya ait değil, kimi belki gözlerinizi dolduracak kadar gerçek – aslında bir zamanlar üst üste gördüğünüz ama sizin bile anlatırken güçlük çektiğiniz garip bir rüya gibi. Rüyanın ne anlatmak istediğini bildiğiniz halde, sonu hep bu dünyaya ait bir gerçeklikle bittiği halde, arada olan o tuhaf ve bazen saçma şeylerin ne anlatmak istediğini bir türlü anlayamamanız gibi. Belki başınızı her gece o rüyayı görmek arzusuyla koyarsınız yastığa, ama sabah kalktığınızda yine de tatminsizliğin verdiği ince bir hüsran kalıntısı olduğu yerde durur. Rüyayı bu kadar müthiş kılan da zaten barındırdığı bu gelişigüzel olmayan türdeki tuhaflık ve alışılmamışlıktır, yine de bunu biliriz. 

Hikâye, kendi kahramanlarına kavramlar arası bağın gerekliliğini savunurken ve bunu onlara tecrübe ettirirken, bize aynı cömertlikte davranmıyor. Hikâyenin kahramanlarının kendi aralarındaki münasebetlerde çözümlenemeyen hiçbir durum, anlaşılamayan hiçbir ifade ve sonuçlandırılmayan hiçbir olay yok – gibi duruyor. Kahramanlar, birbirinden tuhaf ve imkânsız gibi görünen onlarca olay karşısında öyle metanetliler ki, hikâyeden alınması gereken daha bir sürü vitamin varmış da sindirilemiyormuş hissi yaratıyor okuyucuda.

Bunların yanı sıra Kentucky Fried Chicken’ın yaratıcısı Albay Harland D. Sanders ya da çizmeleri, şapkası ve bastonuyla birlikte Johnnie Walker birer karakter olarak hikayeye dahil olunca, durum masalsı bir anlatımdan uzaklaşıp ezoterik bir içeriğe doğru ilerlemiş oluyor. Bu iki karakter de bildiğimiz markalaşmış halleriyle etten kemikten birer insan olarak çıkmıyorlar elbette karşımıza. Hikâyede durmaksızın tekrarlanan “metafor” kavramının ne şekilde vücut bulacağı, olayın gidişatına dahil olan kahramanın kişiliğiyle ilgili olsa da bu tür imgelemlerin Murakami tarafından komik hatta absürd bir dille yansıtılması, her kahramana daha fazla tuhaflıkla birlikte daha fazla anlam yükleyen bir ayrıntı olmuş.

Kitabı alırken muhtemelen ilk bakacağımız yerlerden biri olan arka kapakta sözü geçen uğursuz kehanet, beklediğimiz kadar yoğun biçimde ön planda durmaktansa, satır aralarında ve alt metinlerde usul usul ilerleyerek bizi bambaşka bir olay akışına yönlendiriyor. İlk defa Murakami okuyacakların, entrikalarla bezenmiş kovalamacalı bir hikâye bekleyebilecek olma ihtimalleri çok yüksek. Fakat Murakami tam da kendisinden beklendiği gibi, insanların yaşadığı yeryüzü kuralları çerçevesinde gelişen bir kurgu kullanmak yerine başka bir dünyada geçermiş gibi görünen ürkütücü gerçeklikte bir masal anlatıyor.

Her şeye rağmen, hayal ya da gerçek tüm kahramanları ve olaylarıyla birlikte Sahilde Kafka, tarifini arayıp da bulamadığınız lezzetli bir yemek kadar uzak ve bir o kadar da çekici. Muhteşem betimlemeleriyle zihninizdeki beyaz perdeye yansıyan Murakami anlatımı, ne olursa olsun okunmaya değer. Ayrıca fantastik olarak nitelendirilemeyecek kadar olağan bir hayal gücü, gerçek denilemeyecek kadar da sıra dışı bir kurgu, herhalde sadece Murakami’nin kaleminde hayat bulabilirdi. Ancak bunun dozunu sorgulamak geçiyorsa da insanın aklından, devreye hemen Murakami’nin tükenmesi güç ‘hayal kredisi’ giriyor.

Sonuç olarak, Ezop bizimle yaşamış olsaydı, tahtını Murakami’ye bıraktığını düşünebilirdik...

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.