Bizdeki Renault 12, “diğer ülke”deki Dacia marka taksinin arka koltuğundayım. Çavuşesku’nun devasa sarayı, dünyanın en büyük devlet binası; taksinin küçük camına sığmıyor. Gri gökyüzünün birbirine bağladığı caddelerden gidiyoruz. Pencerelerinde perdelerin unutulduğu, çoğunlukla naylon dantelli yırtık; içi boş, dışı kurumuş sarmaşık kanseriyle sarılı kocaman evlerin önünden geçiyoruz. Bu evlerin yıllar önce toplu konutlara taşınmak zorunda kalan sahiplerinin arkalarında bıraktığı, şimdi vahşi çeteler halinde dolaşan sokak köpekleri, neredeyse yetişecek taksiye. Havanın soğuk olduğunu sokaktaki kadınların genç ve zayıf günlerinden kalma paltolarından anlıyorum. Çavuşesku’nun sarayı hala gözden kaybolmadı, ne kadar gidersen git, uzaklaşılamıyor binadan. Yoksa bizi takip mi ediyor? Havadaki grilik, sarayın gölgesi mi? Birazdan havaalanına varacak, hatıra olsun diye üzerinde Drakula yazan, içi “diğer ülke”nin kasvetiyle dolu kahve kupalarından alacak, uçağa binmeden önce Blackberry’mi kapatırken, hâlâ 2000’li yıllarda mıyız, diye bir kez daha kontrol edeceğim. Herta Müller, Nobel alacak sonra. Ve “diğer ülke”yi terk edişini anlattığı Tek Bacaklı Yolcu’yu daha iyi anlamama, kahve kupasıyla yanımda getirdiğim kasvet yardım edecek.
Romanyalı Alman azınlık Herta Müller’in, Çavuşesku diktatörlüğünün baskılarına başkaldırısı sonunda Almanya’ya resmi olarak göç ettikten sonra yazdığı ilk roman olan Tek Bacaklı Yolcu için, yazarın hayat hikayesini, politik duruşunu ve ruh dünyasını çözümleyen bir anahtar roman (roman á clef) denebilir.
(Görsel çalışma: Ece Gökalp)
İki yabancı
Kitapta Romanya’nın adını bile anmıyor Müller. “Diğer ülke” diye söz ediyor sadece. İrene, bir gece diğer ülkede, kendinden daha genç olan Alman Franz ile tanışıyor. Geceyi beraber geçiriyorlar. Sabah, İrene Franz’ı geçirirken, kuma bir resim çiziyor Franz. Diğer ülkeyi ve kendi yaşadığı kenti işaretliyor. İrene, Almanya’ya göç edip, Alman vatandaşlığına geçince Franz’la birleşecekler.
Roman bu birleşmenin öyküsü gibi başlasa da, okuyacaklarımız, birleşme sancılarıyla parçalanan İrene’nin iki benliğinin öyküsü aslında. Diğer ülkedeki İrene, pasaport için fotoğraf çektirdiğinde, elindeki fotoğrafa bakarken yabancı İrene’nin farkına varıyor. Yabancı İrene ise, aksanı yüzünden aşina olduğu, gırtlağındaki diğer bir kişi olarak varlığını kabul ediyor diğer ülkedeki İrene’nin. Bir gece, kendini diğer ülkedeki uzun duvara dayalı yatağında sanıp yataktan düşüyor İrene. Kalkıp hangi İrene olduğunu anlamak için aynaya bakıyor, yüzü aynaya teşrif etmiyor. Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’inde yaptığı İrene kenti tanımına benzetiyor Franz onu:
“ İrene, uzaktan bakılan, yaklaşıldığında değişen bir kent adıdır. Biri ilk kez geldiğin, diğeri geri dönmemek üzere terk ettiğin kenttir.”
Kafasındaki düşünceleri çalışkan bir memur gibi dosyalayıp kaldırarak, diğer ülkeyi özlememeyi başardığını iddia etse de İrene -ne de olsa bürokrasi diktatörlüğünden gelmektedir- içindeki bütün hasret duygusunu Franz’a yöneltiyor. Ona yanıt almak istemediği kartpostallar yollayarak besliyor hasret duygusunu. Hayatına giren Thomas, Stefan, camdan dikizlediği komşu ya da işçi doldurmuyor Franz’ın yerini. Onun özlediği, diğer ülkedeyken tanıştığı Franz ve o Franz’a aşık olan diğer ülkedeki İrene. Almanya’da, Franz’la İrene aynı odada olsalar bile, hasret hep İrene’nin içinde. Diğer ülkeyi ardında bırakabilmek için Franz’ı da ardında bırakması gerekecek. Özlemek yoksa, ülke de yok.
Nerede taşıyorsun vatanını?
Herta Müller’in Nobel’i aldığı 2009 yılında yayımlanan romanı Atemschaukel, “Sahip olduğum her şeyi yanımda taşıyorum.” cümlesiyle başlar. Müller’in edebiyatını tanımlayan bu aidiyetsizlik, yoksunluk, köksüzlük ve göçebelik temalarının ilk tohumlarını Tek Bacaklı Yolcu’da da görmek mümkün. Müller, İrene’yi, önce çıkmaz bir sokaktaki sığınma evine, sonra bir sokağa çıkışı olmayan, kapalı bir avluya bakan bir daireye neredeyse hapsediyor. İrene, vatandaşlığa geçene kadar sürecek bu araftaki yarı hapis hali o anda sahip olduğu tek vatan olan ayakkabıları içinde yürüyerek geçiriyor. Ayakkabı o kadar baskın bir imge ki, Müller’in bilinçli seçimiyle romanda en çok tekrarlanan sözcük olmuş. Aidiyetsizlik o kadar derin ki İrene’nin ruhunda, bir mağazadan Alman malı ayakkabılar çaldığını, tezgahtara yakalanıp koşarak kaçtığını hayal ediyor. Ayakkabısının içine giren taşı çıkarıp saksının toprağına gömüyor. Ne kadar yürürse yürüsün, kendini hep kentteki yabancılardan bir adım geride hissediyor. İrene için bu araftaki yürüyüşler, kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçmek gibi. Hem tehlike hem kurtulma duygusu. Ne ölü ne diri. Zaten diyor, bu kentte insanın ya vazosu olmalı ya da mezarı. Ve bir gün yürüyüşten döndüğünde, odasında bir kuş tüyü buluyor, vazosunun yanında.
(Görsel çalışma: Marianne Brandt)
Politik roman
Herta Müller, Tek Bacaklı Yolcu’da, kendi yaşam öyküsünden kopardığı bir takım politik figürleri korkutucu hayaletler olarak çıkarıyor İrene’nin karşısına. “Öyle hassassınız ki. Sizin ülkenizin işlediği bütün suçları bizim ülkemiz telafi edecek sanki.” diye alay ediyor göçmen bürosundaki adam İrene’yle. “Kaltak” diyor sokakta oynayan çocuk İrene’ye. İrene çocuklardan korkuyor. Faşist olmaktansa kaltak olmak yeğdir. Diğer ülkede hayalini gördüğü diktatörün yerini Almanya’da Rosa Luxemburg’un hayali alıyor. Herta Müller faşizm kadar sosyalizme de karşı.
Okudukça, gelişigüzel kesilmiş fotoğraflardan oluşan bir kolaj beliriyor gözümün önünde. Çok kısa sahnelerden oluşmuş bir montaj izlemiş gibiyim. Herta Müller’in birbirini takip etmeyen cümleleri var: Senfoni başlamadan önce, orkestradaki her bir enstrümanın akort edilirken kendi sesini çıkardığı ana benziyor. Kusursuz bir uyuma çok yakın ama başkaldırmaya her an hazır. Müller’in her cümlesi İrene için yeni bir algıya, yeni bir fark edişe gebe. Her cümle ile İrene, diğer ülkeden şimdiki zamana göçüyor. Bu nedenle, Tek Bacaklı Yolcu, yazıldığı tarihte sıkışıp kalmayan, sürekli yol alan, okurdan okura göç eden bir roman.
Yeni yorum gönder