Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

"Sana insanlara gülünmez demiştim!"



Toplam oy: 318
Silvina Ocampo // Çev. Fulya Özlem
Nebula
Küçük Prens, bir çocuğun yetişkinler dünyasındaki yalnızlığını konu ediniyordu; Sonsuz Kule ise çocukluğun daha karanlık bir yönünü, ilkokul yıllarından hatırlayacağımız o şeytani acımasızlığı işliyor.

Rebecca Solnit, Kaybolma Kılavuzu’nda, Borges’in az bilinen bir öyküsünden bahseder. Öykünün başkahramanı olan şair, imparatorun muazzam büyüklükteki, dolambaçlı sarayını mükemmel biçimde tarif eden bir şiir yazar. Bu şiir o kadar mükemmeldir ki, en sonunda saray yerini şiire bırakarak yok olur. Solnit’in hemen akabinde andığı tutsak ressamsa, etrafındaki manzaranın olağanüstü gerçekçi bir tablosunu yapar ve en sonunda da bu tablonun derinliklerine kaçarak gözden kaybolur. Bu öyküler şöyle dedirtir Solnit’e: “Temsil her zaman kısmidir, aksi takdirde zaten adı temsil değil, gerçeğin ürpertici ikizi olurdu.”

1903’te Arjantin’de doğan, 1940’ta Borges ve Bioy Casares’le birlikte Antologia de la literatura fantastica’yı (Fantastik Edebiyat Antolojisi) hazırlayan Silvina Ocampo’nun geçtiğimiz günlerde Türkçe okuruyla buluşan Sonsuz Kule adlı romanının bu temsil meselesi üzerine başka türlü düşündüren bir yanı var. Romanın başkahramanı olan Leandro adlı çocuk, bir ressamın gerçekçi bulmadığı tablolarıyla alay ediyor ve çok geçmeden kendisini bu adamın tablolarından birine konu olmuş penceresiz bir kulenin içinde buluyor. Üstelik burada tutsakken yaptığı resimlerin onun gerçekliğinde hayat bulduğunu, canlandığını da fark ediyor; kuledeyken çizdiği bir elmayı yiyebiliyor örneğin veya resmettiği köpek odanın içinde koşturmaya başlıyor. Fakat Leandro bir türlü aklındaki resmi yapamıyor, tuvalde her zaman onun niyet ettiğinden farklı bir tablo beliriyor. Bu bazen resmetmek istediği şeyi yeterince hatırlayamamasından, bazen de fırçayı maharetle kullanamamasından kaynaklanıyor. Peki, bir sanat eseri gerçek dünyayı birebir temsil etmiyorken ya da yaratıcısının niyet ettiğinden çok başka bir yöne evriliyorken bile (ki genelde böyle olur), yaratıcısı ve ruhuna dokunduğu diğer insanlar için yine de son derece gerçektir, temsilin kısmiliği etkiyi ve gerçeklik duygusunu azaltmak yerine artırır diyebilir miyiz?

 

 

 

 

Küçük Prens gibi mi?


Lewis Carroll’a ithaf ettiği (bunu kitabın önsözünden öğreniyoruz çünkü elimizdeki baskıda böyle bir ithaf sayfası bulunmuyor) Sonsuz Kule’yi gördüğü bir rüyanın etkisiyle yazmaya başlayan Ocampo, o günlerde kaleme aldığı bir mektupta “Küçük Prens gibi bir şey olacak, çocuklar için çok önemli bir fikri, düsturu olan bir roman,” diyerek anlatıyor kitabını. Dolayısıyla insan romanda bu “önemli fikri” aramadan edemiyor. Küçük Prens’in diğer birçok şeyin yanı sıra, bir çocuğun ve içindeki çocuğu yitirmemiş bir insanın yetişkinler dünyasındaki yalnızlığını vurguladığını söyleyebiliriz. Alice Harikalar Diyarı’nda da onu hizaya getirmek isteyen, ağır Viktoryen kuralların saçmalığını gözler önüne seren bir kız çocuğu vardı. Karşılaştığı o ressamla alay eden ve bu sebeple annesi tarafından, “Sana insanlara gülünmez demiştim,” sözleriyle azarlanan Leandro ise çocukluğun daha karanlık bir yönünü, ilkokul yıllarından hatırlayabileceğimiz o şeytani acımasızlığı taşıyor bence. Cezasını çekmek için gönderildiği odasında - kulesinde-, anne onayından mahrum kalarak acı çeken çocuk, annesinin yerine koyabileceği bir nesne araştırıyor. Leandro, Alice’e bile mektup yazarak kendisine bir suç ortağı, bir destek arıyor ama bir türlü huzur bulamıyor. Üstelik içinde kıvrandığı kulede, ressamda gördüğünü sanarak alay ettiği yeteneksizlikle de boğuşmak zorunda kalıyor.

Peki, ilkokuldaki o zorba çocuklar acımasızlıktan nasıl ve neden vazgeçerler? Şüphesiz, çocuksu coşku ve neşeyi bir ömür boyu muhafaza edenler kadar, o şeytani acımasızlığı hiçbir zaman kenara bırakmayanlar da mevcut. Bırakanlar da bunu onaylanma kaygısıyla mı, yoksa bunun yıkıcı etkilerini fark ettikleri için mi yapıyorlar, galiba orası tartışmaya açık. Sonsuz Kule’nin bu tartışmaya olası katkılarını ise kitabın tadını kaçırmadan okurlarına bırakıyorum.

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.