Sarah Quigley’nin Orkestra Şefi isimli romanına geçmeden, sanırım öncelikle Leningrad Kuşatması’na giden yolda zamanı geriye alıp tarihte ufak bir yolculuğa çıkmamız gerekiyor. 1920’lerin ortalarındayız; Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkmış, Versay Antlaşması’nın zincirleri altında kanlar içinde yatan Almanya’nın sokaklarına açlık, hayal kırıklığı, nefret ve kaos hâkim... Yer Münih, Bavyera; sahnede 1.70 boylarında, kumral, griye çalan hipnotize edici gözlerindeki öfkenin yarattığı anaforların seyirciyi adeta içine çektiği tekinsiz bir adam var. Bürgerbräukeller birahanesinde evvela gerilimin tırmanması için kısa bir sessizlik oluyor; ve sahnedeki eski onbaşıdan çekingen bir giriş… Melodik sayılmasa da canlı ve dokunaklı, dalgalı ve varyasyonlu bir diksiyon. Cümleler adeta bir “staccato” gibi patlıyor, hemen ardından kilit noktayı vurgulamak için iyi zamanlı bir “rallentando” geliyor… Tutkulu cümlelerin kıvılcımları alev aldıkça eller hızlı ve histerik hareketlerle, bir orkestra şefi gibi, söyleve eşlik ediyor ve dinleyicilerin ayağa fırlayıp avuçlarını patlatırcasına alkışlamalarına sebep olan “crescendo” ile salonda kitlesel bir histeri krizi vuku buluyor.
O kriz ki, yakında tüm Almanya, ardından da bütün dünyayı saracak… Hitler’in 20’lerden başlayarak 30’larda senfoniye dönüştürdüğü bestedeki staccato’lar tanklara, rallentando’lar toplara, crescendo’lar ise tuzla buz olmuş kentlere ve altlarında kalmış ceset yığınlarına dönüşecek. Zira müzik, onu dinleyip de duymayanlar için en başından beri tek bir hedefi gösteriyordu: Lebensraum. Hitler henüz 1925 yılında, Kavgam isimli siyasi deklarasyonunda Almanya’nın Sovyetler Birliği’ni işgal etmesi gerektiğini kaleme almış; lakin kulaklar yalnızca dinlemiş, fakat duymamışlardı. Hans Grimm’in 1926’da yazdığı ve adı politik bir slogan haline gelen romanı Volk ohne Raum gibi, yani “Topraksız Millet” olan Almanlar, yoksulluk, sefalet, açlık ve aşırı nüfusla Töton Şövalyeleri’nin izinden gidip, Slavların hüküm sürdüğü bereketli tarım topraklarını ıslah ederek baş edeceklerdi.
22 Haziran 1941’de Alman Nasyonal Sosyalizmi, teorisinin en temel kaidesini pratiğe döküyor: Askeri tarihte benzeri görülmemiş bir “başarıyla” 1939 Eylül’ünden 1941 Haziran’ına kadar Danimarka, Hollanda, Belçika, Fransa, Norveç, Yugoslavya, Polonya ve Yunanistan’ı işgal ediyor. Önceki yıllarda Batı ile Hitler’e karşı ittifak yapılmasını savunan Maxim Litvinov’u koltuğundan ederek yerine Almanya ile işbirliğini savunan Molotov’u getiren Stalin Rusya’sı; Polonya, Baltık Devletleri, Finlandiya ve Beserabya’yı ilhakının ardından bu kez işgal edilen tarafta. Panzerler kadim Novgorod topraklarını titretiyor. Töton Şövalyeleri’nin hayaletlerinin gölgesinde adını Kutsal Roma Cermen İmparatoru’ndan alan Barbarossa Operasyonu başlamıştır. Drang nach osten! Doğu’ya doğru! Almanya, 600 yıl önce Alexander Nevsky’nin engel olduğu işi bu kez bitirecek, Rusya’da Marksizm üzerinden zuhur eden Yahudi hâkimiyetine son verecek, böylece Rusya’nın da bir devlet olarak sonu gelecektir.
Alman kuvvetleri 3 milyon asker ve 3 bin 400 tankın eşliğinde üç ordu grubuyla ilerliyor. “Biz kapıya bir darbe vuracağız ve bütün bina çökecek,” diyor Hitler, lakin binayı çökerteceğine inanılacak etki üç aşamadan oluşuyor. Güney Ordular Grubu Kiev’e, Merkez Ordular Grubu Moskova’ya, Kuzey Ordular grubu ise Büyük Petro’nun kurdurduğu, Kuzey’in Venedik’i, Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’inin yaşandığı Petersburg’una, devrimden sonraki adıyla Leningrad’a yürümektedir. 29 Eylül’de Leningrad’ı kuşatan Alman karargahına gelen emir şöyledir: “Sovyet Rusya’nın yenilgisinden sonra bu bölgenin varlığını sürdürmesi için bir sebep yoktur. Şehrin kuşatılmasını müteakiben tüm teslim teklifleri reddedilecektir zira nüfusun yeniden yerleştirilme ve beslenmesi sorunu bizim tarafımızdan çözülmeyecektir. Varlığımızın kaidesi olan bu savaşta bu büyük nüfusu muhafaza etmekte çıkarımız yoktur.” (Anna Reid, The Epic Siege of World War II, 1941-44, s. 134-135) Almanların biçtiği kefen bellidir, Neva Nehri’nin kuzeyi Finlere verilecek, şehir ise yeryüzünden silinecektir.
Orkestra Şefi’nin hikayesi, işte tam bu noktada başlıyor. Alman savaş makinesinin gece gündüz havadan ve karadan dövdüğü, nüfusunun üçte biri hayatını kaybetmiş, açlıktan ve soğuktan kırılan şehir dizlerinin üzerindedir. Fakat Rus otoritelerinin gidişatı kabullenme lüksü yoktur. Cephedeki savunmanın yanı sıra sanatın üstün gücüyle hem Leningradlıların moralini yükseltmek hem de Almanlara meydan okumak için ünlü besteci Şostakoviç bir beste yapmakla görevlendirilir; ve 9 Ağustos 1942’de Yedinci Senfoni, Radyo Orkestrası tarafından seslendirilir. Müziği cephedeki ön hatlara, hem Almanlara hem de Ruslara ulaştırmak için güçlü hoparlörler kullanılır. Bu majestik beste dosta da düşmana da adeta şunu ilan etmektedir: Leningrad yaşıyor! Duydunuz mu? Leningrad yaşıyor!..
Orkestra Şefi hem tarihi atmosferden hem de edebi temelden ödün vermeyen, son derece başarılı bir çalışma. Bu hususta kahramanın bir asker ya da Şostakoviç’in kendisi değil, annesiyle yaşayan silik karakter Karl Eliasberg olmasının da büyük rol oynadığının altını çizmek gerek. Tarihte yaşandığı üzere romanda da, Eliasberg ve ikinci sınıf Radyo Orkestra’sından, Şostakoviç’in senfonisini imkansıza yakın bir zaman ve şartlarda seslendirmesi istenir. (Zira şehrin kültürel elitini teşkil eden Birinci Sınıf Filarmoni Orkestrası çoktan tahliye edilmiştir.) Fakat üyelerinin kimisi cephede, kimisi ölmüş, kimisi de çalışamayacak kadar perişan vaziyette olan Radyo Orkestrası, Eliasberg’in azmiyle, başarılı olacaktır. Şostakoviç sonunda şehri terk etmeye ikna edildiğinde Eliasberg kötü durumdaki bir ruh olarak öne çıkar. İyi bir şeftir, fakat Şostakoviç gibi bir dâhi olmaktan uzaktır. Quigley, kitap boyunca karşımıza katı ve soğuk bir karakter olarak çıkan Elisberg’in altında yatan tutku ve zaafları gösterir.
Konserin verileceği ana sahneye gelmeden önce Quigley, okuyucuya konseri verecek insanların günlük hayatından lezzetler de sunuyor. Elbette romanın başından itibaren kurguda hâkimiyetini kuran zor, saplantılı ve dâhi bir figür olarak resmedilen Şostakoviç’in aile, sanat ve iş yaşantısı çerçevesindeki portresi de cabası. Şostakoviç’in arkadaşı, -kurgu ürünü olan- Nikolai ise besteci ile orkestra şefi arasındaki köprü görevini görmekte; bu köprünün üzerinde ise Nikolai’nin kızının hayatı için duyduğu endişenin yanı sıra, seven ve sevilenlerin savaşın acımasız doğasında katlandığı fiziksel ve zihinsel çileler resmediliyor. (Şostakoviç’in güzel balerin Nina Bronnikova ile olan ilişkisi ise, belki de kurguda ikna edici olmaktan uzak olan yegane motiflerden biri.)
Orkestra Şefi’nin bir roman olarak en temel özelliği, insan ruhunun açığa çıkan derinliklerine; her eylemin bağlamını aşan sonuçlarının olduğu, yapılan en ufak bir hayrın mucizelere, en ufak bir şerrin ise felaketlere gebe kaldığı zamanlara keşfe çıkması. Çorba yapmak için kaynatılan derilerden ısınmak için ateşe atılan hazinelere, kaldırımdan taşan cesetlerden sanatın yıkımla mücadelesine kadar modern tarihin en dramatik kuşatmasını çarpıcı bir şekilde ele alan Orkestra Şefiakıllara hem edebi, hem müzikal hem de tarihsel bağlamda Konrad Wolf’un şu çarpıcı sözünü getiriyor: “Sanat silahtır!”
* Görsel: Erhan Cihangiroğlu
Yeni yorum gönder