İletişim Yayınları’nca basılan SanatHayat dizisi, editörü Ali Artun’un ‘Estetik Modernizmin Tasfiyesi’ni büyüteç altına aldığı Çağdaş Sanatın Örgütlenmesi isimli kitabıyla en sıcak yayınlarından birini kamuoyunun ilgisine sunuyor.
Kitabı daha tanıtmadan, Artun’un son derece analitik ve mesafeli bir duruşla sarf ettiği ‘Kültür Endüstrisi’nden ‘ekmek yiyen’, yiyemese de üzerine su içen herkesin okuması gerektiği şeklinde bir ‘klişe’ tavsiye ile sizlere övmekte bir beis yok. Artun’un sıklıkla karşısına kapitalizmin sanatla izdivacını aldığı saptamaları, bugün ‘çağdaş sanat’ adı altında ileri geri / Batı – Doğu ekseninde telaffuz ettiğimiz birçok meslekî kavramın da ne kadar netameli olduğunu bizlere hissettiriyor.
Kitabında sıklıkla ‘hipergerçeklik’ ve ‘simulasyon’ kuramlarının babası sayılan merhum Fransız çağdaş felsefeci Jean Baudrillard’a övgü yüklü göndermeler yapan Artun, çalışmasına ‘Çağdaş Himaye Rejimleri’ni sorguladığı ve sanat tarihinin ilk sanat hamileri olarak varsaydığımız Floransalı Medici’ler ile bugünün Dubai şeyhleri arasındaki ironik benzerlikleri masaya yatırdığı uzun soluklu metni ile başlıyor.
Halen Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde ‘Müze ve Modernlik’ üzerine dersler de veren Ali Artun’un kitabında genel olarak, Türkiye ve Dünya ölçeğinde kapitalizmin neo-liberal ‘densizlikleri’nde gelinen son nokta, ibretlik vakalar eşliğinde dikkate çekilmeye çalışılıyor.
Meraklılarının ‘bir gecede’ okuyabileceği kitabında özellikle ‘Sanat Yönetilebilir mi?’ sorusunun üzerinde duran Artun, kapitalizm denen ‘dinsiz dinin’ Taylorizm, Fordizm ve Post-Fordizm gibi ‘işletme mezhepleri’yle kültür ve sanat endüstrisini nasıl kendine mal ettiğini ve Faust’vari bir kötücül işbirliğiyle sanat profesyonellerini kapitalin nasıl olup da kuralsızca baştan çıkarabildiğini, bariz örnekleriyle sorguluyor. Kitabında Türk sanat camiasının yakından tanıdığı Beral Madra, Vasıf Kortun, Kerimcan Güleryüz, Yahşi Baraz ve Oktay Duran gibi birçok küratör, koleksiyoner ve galericiden, tarihten cımbızlanmış eleştirel örneklerle bahseden Artun, eserin 125nci sayfasında başlayan ‘Küresel Şirketler, Küresel Bienaller ve Sanat Yönetimi’ başlıklı bölümünü, bugün İstanbul Modern’i kuran isimlerin başını çeken ve geçen aylarda Fransa’dan Legion d’Honneur nişanı ile tebrik olunan koleksiyoner ve işkadını Oya Eczacıbaşı’nın şu sözü ile başlatıyor: “(Sanat işletmesinin) herhangi bir işletmeden farkı yok aslında. Ürün olarak sanat yapıtları var.”
Kitabın tam da bu bölümü, içinde bulunduğumuz bienal sürecine alternatif bir okuma getirmesi açısından burada en geniş içeriğiyle alıntılanmayı sanırız hak etmekte. Artun şöyle diyor:
‘Sanat yönetimi’, sanat etkinliklerinin veya kurumlarının idaresine indirgenemez. ‘Sanat yönetimi’, sanatın korporasyonlara özgü yönetim dokusuna eklemlenmesi, esnek işletim sistemlerine emilmesi, veya başka terimlerle post-Fordist sevk ve idare disiplinine soğurulmasıdır. Kültürün özelleştirilmesi süreciyle birlikte, bütün sanat kurumları da işletmeleşmeye başlar; ancak bu dönüşümün en çağdaş, en belirgin ortamları, bienallerdir.
Ali Artun, bugün Koç Holding sponsorluğunda ve Ford Foundation’un da büyük ve ironik desteğiyle (!) tecrübe ettiğimiz İstanbul Bienali’ni izlediğimiz şu günlerde, bienalin netameli ‘Bakmadan göremezsin, görmeden bilemezsin’ sözünü ironik biçimde anımsatırcasına, kitabın aynı kısmında şu tespitleri de yapmadan bırakmıyor okurunu:
(…) “Bienaller küresel bir sanat ve sanatçı havuzundan yararlanır. Yeryüzünün bütün sanatçıları, hatta sanatçı adayları, potansiyel olarak bienaller için çalışmaya hazır, üstelik bunun için çalışmaya can atan bir marifet pazarı gibidir.”
“Sanatçılar bir bienalden ötekine turlayıp dururlar. Göçebelik, yersiz-yurtsuzluk, melezlik (hybridity) efsaneleştirilir.”
(…)“Bu mesai onlara bir istikbal vaat etmez. Bienallerde bugün var, yarın yokturlar.” (…)“Çalışmaları esnekleştirilmiştir. Stil, özgünlük, sahihlik gibi modern sanata özgü ve bir süreklilik gerektiren tarihsel kategoriler onları bağlamaz. Aynı sanatçının bir bienaldeki işi ile, bir diğerindeki işi arasında, estetik bir ilinti, tutarlılık olması beklenmez. Aksine, her defasında ayrı bir marifet göstermesi beklenir. Çağdaş değil de, ‘güncel’ olması yeğlenir: Bir aktüalite, gelip geçici bir haber, bir reklam spotu, bir klip, bir şaşırtmaca…(s.126)
“Sanatçının sanatını, sanat hayatını ve geleceğini yönetme konusunda yitirdiği bütün zihnî yetiler ve iktidar, Taylorist kurallar gereği, bienal yönetiminde, yani büyük ölçüde küratörde yoğunlaşır. Elitizm sanatçının tekelinden küratörünkine devrolur. Bütün dünyada bir avuç sanat seçkinininden oluşan bienal küratörleri, kültür endüstrisini yöneten artokrasinin en güçlü, en otokrat kesimidir. Kurumlar adına kullandıkları egemenliğin sınırları, maddi üretimi yöneten teknokratlardan ve devleti yöneten bürokratlardan çok daha esnek ve geniştir.” (s.127/128)
Ali Artun’un dinamit lokumu lezzetindeki dinamik saptamaları, yer yer sanat tarihsel vecizelerle de şenleniyor. Bir başlıktan diğerine kaotik bir sarhoşlukla gezindiğiniz kitap sayfaları arasında örneğin, çağdaş sanat öncüsü Marcel Duchamp’ın “Bütün diğerleri gibi kendi kendimi taklit etmek istemiyorum. Aynı şey elli defa veya yüz defa boyamaktan hoşlandıklarını mı sanıyorsunuz? Hiç değil; artık resim yapmıyorlar; çek yapıyorlar.” Gibi bir sözüne rastlayıp yutkunmamak işten değil.
Situasyonistlere selam duran Artun’un kitabındaki çerçevelik en sıkı sözlerden birini seçmem istenseydi; kitabın 49ncu sayfasında ‘Eleştirinin Anlamsızlaşması’nı bahse açan yazar ve akademisyenin Kant’tan dem vurarak aktardığı, ‘Kültürün Özelleştirilmesi’ne meydan okuduğu şu satırları seçerdim:
“(…)Baudelaire de (Bkz. İletişim Yayınları / Modern Hayatın Ressamı) burjuvalara kamu adına seslenir ve eleştirilerini onlara ithaf eder. Çünkü evrensel anlamda neyin güzel olduğunu bildiren onlardır ve ‘kamu’, evrensel olan aklın türevidir (Kant). Kamusallık, insanların, aklın öngördüğü özgürlük ve eşitlik çerçevesinde ilişkiye girmeleridir ve bu ilişkinin sanata ve edebiyata özgü tarzı da eleştiridir. Oysa, kültürün özelleştirilmesi sonucunda kamu kadar, onun bağlaşığı olan evrensellik de hükmünü yitirir. Çünkü özelleştirme herşeyden önce bir hükümranlık devridir, bir iktidar devridir. Bir yetki devridir. Basit bir mülkiyet devri değildir. Ekonomik bir hadise değil, öncelikle siyasî bir hadisedir.”
Türkiye’deki sanat sahnesinde rol alan galericiler, bankalar, koleksiyonerler, sanatçılar, müzayedeciler ve bienal organizasyonu parantezi içinde kalanlar hakkında farklı bilgiler edinmenizi kolaylaştıracak bir kitap, ‘Çağdaş Sanatın Örgütlenmesi’.
Mamafih kitabın okurda açacağı yeni ufkun çok da güllük gülistanlık olmayacağını bir kenara not alırsak fena olmaz. Ama tam da bu karanlığın farkındalığı nedeniyle kitabın genel tezinin, çağdaş sanatın örgütlenmesinden çok, çağdaş sanatta bu kapitalist esaret altında iken nasıl devrim yapılabileceği olarak tarif edilmesi muhtemel.
Sanat tarihinin isyanlar tarihi olduğunu, o tarihin süreksiz kuşkuyla yazıldığını unutturmayacak potansiyeldeki bu kitabı okumak, en popüler tabirle ‘Matrix’te doğru hapı yutmaya ve bir farkındalık ‘big bang’ı yaşamaya benziyor. Kitabın hangi renk hapı temsil ettiğine kimin karar vereceğini tahmin etmek haddimize değil.
Bu durumda işbu kitabı okuduktan sonra olacaklardan, tabii ki bugüne kadar okumadıkları veya bilerek okumaktan caydıkları kıymetinde, yine aynı okur veya okurları tümüyle sorumlu tutmak, bu aşamada en politik, en kişisel ve en iyimser tavır olarak bile alınabilir. Bu durumda bu kitabı okumayarak bile zaten bu koşullarda farkında olmaksızın bir nevî hapı yuttuğunuzu bile teyit etmek mümkün. Ama karar sizin.
Hem ne diyordu kalitesini çoktan Nobelli etmiş bir Türk yazarı, bir romanında? “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti….”
söz konusu kitapta istanbul 2010 akb projesi olan "istanbulda yaşıyor ve çalışıyor" konusunda gerçeğe dayanmayan, kulaktan dolma bilgilerle yazılan, hiç bir belge göatermeyen ve bu projede çalışan bizleri haksızca yargılayan bir paragrafta adım geçmektedir. söz konusu proje türkiye'ye çok önemli bir çağdaş sanat kolaksiyonu kazandırmış ve bu koleksiyon mimar sinan üniversitesine hibe edilmiştir. yazarı bu etik olmayan davranışından ve karalama niteliği taşıyan bu görüşü dolayısıyla kınıyorum. özellikle bu nedenle kitabın "objektif" olmadığı anlaşılıyor.
Yeni yorum gönder