John Cheever’la Sanki Cennetti Görünen adlı uzun öyküsünün eski bir baskısı vesilesiyle tanışmış, metne hayran kalınca da takibe almıştım. Ey Yıkılmış Hayaller Şehri adlı kitabının da Roza Hakmen çevirisiyle Everest Yayınları tarafından basıldığını görünce bu toplu öyküleri de hemen kitaplığa yerleştirmiştim. Tek başına kitap olarak basılan uzun öyküsü Sanki Cenneti Görünen’in ardından bu toplu öyküler kitabıyla da hayal kırıklığına uğramayınca Cheever’ın ismi bir okur olarak zihnimde yer etti. Dolayısıyla da Türkçeye çevrilen romanı Wapshot Kayıtları, tanıtımını gördüğüm andan itibaren dikkatimi çekti ve listeme alıp merakla bekledim. Ancak benim açımdan beklenmedik bir şekilde –belki pek çok tecrübeli okurun daha temkinli olarak zaten ihtimal verdiği üzere– öykücünün romanı beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Daha ilk cümlesinden vurulduğum Sanki Cennetti Görünen'in yarattığı etkiden ve yine taşra hayatının, aile yaşantısının anlatıldığı “Komodin”, “Sahil Evleri” gibi kısa öykülerdeki duygudan uzaktı sanki. Arka kapağı romanın, bir balıkçı kasabasında ikamet eden Wapshot ailesinin yaşantısına odaklandığını duyuruyor ve elbette yazarın öykülerini takip edenler açısından merak uyandırarak diğer hikayeleriyle bir duygudaşlık beklentisi yaratıyordu. Ancak roman kendi adıma benim beklentilerimi karşılayamadı.
Romancılık, öykücülük ya da öykü yazarlığı ve okurluğunun zorluğu tartışmaları beni hep biraz tedirgin etmiş, biraz da basmakalıp gelmiştir. Sontag’ın, D.H. Lawrence’tan alıntıladığı “Öykücüye değil öyküye inan,” sözünü şiar edinerek öykü okurluğundan pek zevk aldığımı söyleyebilirim. Dolayısıyla romancılara ve öykücülere salık veren ve çeşitli kıyaslamalara giden yorum ve eleştirilere pek kulak asmamaya çalışırım. Beni büyüleyen, etkisine alan öykülerin yanı sıra nasıl yazıldığına, o muhteşem kurgusunun nasıl aksamadan işlediğine akıl erdiremediğim pek çok roman da vardır. Aslında Cheever’ın edebiyatı için de mesele benim açımdan kurgu meselesinde düğümlendi. Elbette öykülerine hayran olduğum Cheever’ın romanında da altını çizdiğim satırlar, büyülendiğim cümleler oldu, elbette Wapshot Kayıtları’nda da Cheevervari tınıyı duymak mümkündü ancak yazarın öykülerindeki o sinematografik havayı, o dupduru anlatımı bu romanında yakalamak benim açımdan tam anlamıyla mümkün olmadı.
Wapshot Kayıtları bazı karakterlerin anlatımı, kimi duygu durumlarının aktarımı açısından yazarın hamurundaki mahareti taşısa da okuru metni yaşamaktan alıkoyan, romana bağlanmayı sağlayacak bir odağın noksanlığı. Yazarın ve romanın yüzünü kara çıkartmayacak bazı cümlelere, anlatımlara rağmen roman –özellikle de benim gibi marazlı okura– öyle hayran kalınacak bir kurgu vaat etmiyor. Her bir yeni bölümle romana sanki tekrar tekrar en başından girmek zorunda kalıyor okur, roman sanki kimi bölüm geçişlerinde yeniden başlıyor. Adından anlaşıldığı üzere yer yer bir günlük gibi ilerliyor ve vaktiyle tutulan kayıtlar okuyucuya aktarılıyor ancak her zaman aynı ritimde ve biçimde değil. Ailedeki kayıt tutma geleneği söz gelimi, Cheever öykülerinde tadına vardığımız oldukça güzel ifadelerle, okura ümit verecek bir şekilde aktarılıyor: “Bütün Wapshot’lar üretken muhabirler olduklarından, frenoloji belgesinin ve portrenin yanı sıra aile günlükleri de mevcuttu. Ailede hasta bir atı tedavi etmiş, bir yelkenli tekne satın almış ya da gecenin geç vaktinde yağmurun damdaki gürültüsünü duymuş olup da bu vakaları kayda geçirmemiş tek bir erkek yoktu. Rüzgârdaki değişimleri, gemilerin gelişini ve gidişini, çayın ve hintkenevirinin fiyatını ve kralların vefatını kaydederlerdi. (…) Tavanarası bu belgeler açısından en uygun mekândı, zira evin bir samanlık büyüklüğündeki bu ahırımsı zirvesi kaybolmuş bir medeniyetin kalıntıları misali insanın ayaklarının altına serilmiş olan sandıklar ve küreklerle, dümen yekeleri ve yırtık yelkenlerle, kırık dökük mobilyalar ve eğri büğrü bacalarla, eşekarıları ve sarı arılarla ve kullanılmayan lambalarla doluydu…”
Cheever’ın “kayıtlar”a mahsusmuş izlenimi vererek kurduğu dil de anlatının kimi yerlerinde biraz sarsılıyor, belki de roman kahramanlarının fazla anlam yüklü isimleri –Ezekiel, Moses, Hiram vb– ve yaşamları okuru tüm göndermeleri yakalamak üzere pürdikkat olmaya zorluyor ve bir şeyleri kaçırdığı izlenimini yaratıyor. Cheever’ın ustalığından ödün vermediği noktalarsa öykülerden de aşina olduğumuz taşra yaşamı ve kasabalılar. Wapshot ailesi bireylerinin ve bu soyadına sahip daha geniş ailenin yaşadığı bir balıkçı kasabası olan St. Botolphs sakinlerinin, örneğin Wapshot’ların yaşlı fertlerinden Bayan Honora’nın bir günü –Cheever’ın öykülerinde de olduğu gibi– gayet güzel örnekliyor kasabalılığın ne menem bir şey olduğunu: “Acaba ihtiyar bir kadının diye düşünür, sinemaya gitmesinde ne gibi bir kötülük olabilir; fakat biletini alıp da karanlık, kötü kokan sinema salonuna adım attığında ahlaki kirlenmeye mecbur bırakılmış bir kimsenin yıpratıcı duygulanımlarına kapılır. Kendi ahlaksızlıklarını taşıyacak cesareti yoktur. Dışarıdaki dünya pırıl pırıl ışıklarla yıkandığı sırada insanın karanlık bir yere girmesinin doğru olmadığını kendisi de bilmektedir. Bu doğru bir şey değildir ve kendisi acınacak haldeki bir günahkârdır. Bir kutu patlamış mısır ve en son sırada, koridora bakan bir koltuk satın alır; böylece suçluluk yükünü bir nebze hafiflettiğini düşünür. Patlamış mısırını katur kutur yer ve kuşkulu gözlerle filmi seyreder.”
Sonuç olarak Cheever’ın ustalıkla kotarabildiği taşralılık, kasabalılık vb meseleler, usulca aralara serpiştirilmiş duruyor ve roman, Cheever öykücülüğünü sevenlerin belki fazla beklenti duymadan ama yine de şans tanıması gereken bir metin olarak okurunu bekliyor. Cheever’ın o güzel kasaba/taşra resimlerinden bir tanesine daha bakmak için bile olsa değebilir.
Görsel: Ömer Faruk Yaman
Yeni yorum gönder