90’ların ortalarında, internet denilen aygıt henüz ortalarda yokken, Halil Turhanlı’nın iki kitabı, alternatif müzik ve kültür meraklısı gençler olarak sığındığımız köşelerden biri olmuştu. 6.45’in bastığı en güzide kitaplardan olan Meleklerin Düştüğü Yer ile Müzik ve Muhalefet avangard müzik, rock, punk, caz, edebiyat ve sinemaya dair sayısız mücevher barındırıyordu. Halil Turhanlı o müthiş, insanı biraz da korkutan birikimleriyle karşıkültür hareketlerinden Radikal Sol’a, avangard cazdan deneysel sinemaya kadar ele aldığı figürlerle bir 'alternatif kültür haritası' çıkarıyordu. O haritada üzerinde gezinmek müthiş keyifliydi. Artık elimizde böyle bir kitap daha var. Radyo programcısı, müzik yazarı, sevgili arkadaşımız Hilmi Tezgör’ün edebiyat ve müzik ilişkisini ele aldığı Şarkıdaki Şiir’i.
Kitabın önsözünü hiç de şaşırtıcı olmayan biri, Halil Turhanlı yazmış ve kitabın 'müzik dinleme alışkanlığımızın değişmesine, dönüşmesine katkıda bulunacağını' söylemiş. Kesinlikle öyle. Müziğin edebiyatla ve hayatla olan bağını, hassas, hatta mikroskobik bir gözle yeniden inceleyen bu kitap, anlam ve bağlantı kaybı yaşayan zihinlere panzehir olabilir. Aşina olunan şarkıların üzerindeki tozları silkeleyip, okuyanı o şarkıların içindeki cehverle tekrar yüzleştirebilir. Ve işin güzel kısmı da şu; içerdiği devasa müzik bilgisine karşın, uzman gözünden yazılmış, mesafeli, soğuk bir kitap değil bu. Dağılıp giden, sanki bir içki masasında konu konuyu açıyormuş gibi yazılmış, bildiğiniz sıcak kanlı bir kitap. Elinize alıp, sanki iyi müzik bilen bir arkadaşınızla konuşur gibi okuyabilirsiniz. İnsanı unutulmuş bir hissiyata tekrar kavuşturan, zamanın ruhuna pek uymayan, iyi anlamda 'anakronik' bir kitap bu.
Peki bu hissi yaratmak için Hilmi Tezgör nelerden bahsediyor? Yirminci yüzyıl batı müziğinde blues’dan caz’a, reggae’den funk’a, folk’tan post-punk’a kadar edebiyatın müziğe işleme biçimlerini göstermek için ara damarlarda dolaşıyor. Kitabın ilk bölümü ozan şarkıcılara, dünya halini şarkı sözlerine katarak müzik ile politika arasındaki sınırı ortadan kaldıran müdahil müzik insanlarına ayrılmış. Müziğin dünyayı etkileme gücünün örneği olarak ilk ele alınan figür, Robert Johnson. Efsaneye göre, 'şeytanın müziği' diye adlandırılan blues’u icra etmek için şeytanla bir anlaşma yapmıştır. Çalıştığı plantasyonun yakınlarında bir kavşakta şeytan karşısına çıkmış, gitarını akor etmiş ve ona müthiş bir müzik gücü bahşetmiştir. Beyaz insanın baskıcı ve zorba tanrısının sahte iyiliği karşısına, edepsiz şeytan çıkmıştır. Ötekilerin sesini ve hissiyatına korkutucu bir güç vermiştir. Siyahi insanın öfke ve acısı bu yolla müziğe yansımıştır.
(Görsel çalışma: Mike Jones)
Blues’dan sonra protest müzik icra eden beyazlar da bir bakıma siyah insanın içindeki bu 'şeytani' tarafı dile getirmişler. Kitapta 'protest' müziğin ilk temsilcisi olarak bahsi geçen Joe Hill de bunun bir örneği. İsveç asıllı beyaz bir müzisyen olan Hill, 1910-1915 yılları arasında Dünya Sanayi İşçileri sendikasına üyeyken “There is a Power in Union” ve “Rebel Girl” gibi politik şarkılarla politik müzik geleneğini başlatmış. Bu şarkı-gücünden ürken muktedirler de onu bir cinayetle suçlayıp, idam etmişler. Ve Joe Hill kendisinden sonra gelen politik şarkı geleneğindeki herkesin hürmetle ve acıyla andığı bir kült isim olmaya devam etmiş. Kitap, Joe Hill’den Woody Guthrie’ye geçiyor. Üzerinde o ünlü “Bu makine faşistleri öldürür,” uyarısı bulunan Guthrie, radikal sola yakın duran, gezgin, patlayıcı bir müzisyen olarak, müziğini mütehakkim 'faşistlere' karşı bir silah olarak kullanmış. Guthrie’nin hikayesini 'komünist' olduğu için Amerika’nın kara listesine alınan John Seeger’ın hikayesi izliyor. Seeger’dan da Joe Hill ve Guthrie’den çok etkilenmiş olan Bob Dylan’a ve 60’lara geçiliyor. Dylan’ın hikayesi malum. Ama Dylan kadar iyi bilinmeyen Phil Ochs’un hikayesinden biraz bahsetmek lazım. Bütün muhalif gösterilerde boy gösteren Ochs, Şilli muhalif ozan Victor Jara’nın yakın dostuymuş. Jara, Pinochet darbesinden sonra tutuklanmış, gitar çalamasın diye elleri kesilmiş ve sonra da öldürülmüştü. Bu haberle sarsılan Ochs, kendisinin 'politik' hassasiyetinin artık dünyada karşılığının olmadığını ve dünyanın gittikçe daha karanlık bir yer olduğunu hissederek 36 yasında kendini asmış. “Müzik tarihindeki en buruk sonlardan biriydi onunki,” diyor Tezgör onun için.
Bu muhalif damarın bir başka kolu olan Harlem Rönesansı / Yeni Siyahi Hareket’ten de kitapta uzun uzun bahsediliyor. 'Şarkı söylediği kulüplere derisinin rengi yüzünden farklı kapılardan girmek zorunda kalan' Billie Holiday’in söylediği “Strange Fruit” isimli şarkı, siyah hareketin en acı şarkılarından biridir herhalde. Şarkının sözleri Abel Meerobold’un yazdığı “Strange Fruit” isimli şiirden alınma ve bahsi geçen 'tuhaf mevyeler' linç edilerek ağaçlara asılan siyahileri ifade ediyor. Kitap özellikle Billie Holiday gibi bilhassa 'politik' olduğu düşünülmeyen şarkıcıların bu acı ve keskin politik yönüne işaret ederek, anlam boşluğunu doldurmuş oluyor. En azından benim için öyle oldu. Holliday’den sonra bir diğer 'popüler' siyahi şarkıcı Nina Simone’un politik yönünden bahseden kısım da aynı etkiyi yaratıyor. Nina otobiyografisinde çok sevdiği bir arkadaşından söz ederken şöyle demiş: “Başbaşa kaldığımızda erkeklerdeni giysilerden filan değil, Marx’tan, Lenin’den ve devrimden konuşurduk, yani gerçek kadın meselelerinden.”
Holiday ve Simone’a nazaran 'politik' damarı daha çok bilinen ve 'siyahi Dylan' olarak da anılan Gil Scott Heron, elbette kitapta bahsi geçenlerden biri. O ünlü “Revolution Will Not Be Televised”daki (“Devrim Televizyondan Yayınlanmayacak”) devrimci alay ve öfkeyi dile getiren Heron, zehir zemberek sözler ve sağlam bir müziği bir araya getiren rap şairleri ve caz-şairlerinin (jazzpoets) öncüsü olmuştu. Etkilendiği isimler arasında siyasi şari Langston Hughes, Malcolm X, Nina Simone ve John Coltrane gibi devler vardı ve Siyah Gücü hareketiyle de yakından bağlantılıydı.
Kitapta bu noktadan sonra, bir parantez açılıp, politik damarı daha az belirgin rock şairlerine geçiş yapıyor. Bu kısmın ilk konuğu Jim Morrison ve etkilendiği Nietzsche, Arthur Rimbaud, Antonin Artaud, James Joyce ve Jack Keraouac gibi yazarlar. Zaten şair olan Morrison’ın bu edebiyat-müzik kitabında olmaması şaşırtıcı olurdu. Buradan önce şiir ve romanlarını yayınlayıp, 'sonradan' (38 yaşında) geçen Cohen’e ve edebiyat, sinema ve müziğin bütün hallerini bünyesinde taşıyan 'bar filozofu' Tom Waits’e ve Beat Kuşağı yazarlarından, özellikle de Burroguhs’tan çokça etkilenen Patti Smith’e ve Lou Reed gibi şehirli ozanlara geçiliyor. Leziz bir geçit töreni yani.
Kitabın ikinci bölümü ise müziği ziyadesiyle etkilemiş yazarlara ayrılmış. Bu bölümün konuklarından, bütün uygarlığı karşısına alarak “Benim gözlerim sizin ışıklarınıza kapalı / ben bir hayvanım / ben bir zenciyim," diyen lanetli şair Rimbaud’nun Bob Dylan, Jim Morrison gibi rock-şairleri, Richard Hell gibi punk-rocker’ları ve Leo Ferre gibi ozanları etkilemiş olması hiç şaşırtıcı değil, zira hepsinin uygarlık düzeneğiyle çok ciddi bir derdi vardı. Kitapta Oscar Wilde’ın Morrisey’i ne kadar etkilediğinin anlatıldığı bölümde de Wilde’ın edebiyatta yaptığı şeyi Morrisey’in nasıl müziğine ve tavırlarına aktardığı görebilirsiniz. Wilde’ın o bildik narsizmi (kitapta Wilde’ın bir keresinde gümrükten geçerken “Kendi dehamdan başka açıklayacak bir şeyim yok,” dediği anlatılıyor) Morrisey’in kendinden memnun “kaybeden” haline yansımış. Morrisey’in acı dolu sözlerle, keyifli, hafif ritimleri bir araya getiren müziği de bunun ifadesi. Acı çeken bir 'cool' olmanın müzikteki yansıması bu.
Şahsen en çok etkilendiğim bölümlerden biri Albert Camus’yle Nick Drake arasındaki bağlantının mevzubahis edildiği bölüm oldu. Bu bölümün ismi Drake’in halini ve müziğini çok iyi anlatıyor: Varoluşun Dayanılmaz Ağırlığı. Naif, kırılgan bir varlık olarak bestelediği kırık dökük, low-fi şarkılarda bu varoluş acısını dile getiren Nick Drake, 26 yaşında odasında ölü bulunduğunda, yatağının başucunda Camus’nün Sisifos Söyleni varmış. Camus’nün bahsettiği 'absürd' insanlık durumu karşısında her geçen gün katatonikleşen Nick Drake’i anlatan kurgusal bir film yapılsa, ölüm sahnesine herhalde Camus’den daha uygun bir yazar bulunamazdı.
Kitap bu yazar-müzisyen bağlantılarına Beat Kuşağı yazarlarıyla devam ediyor. Jack Kerouac’ın, Allen Ginsberg’in ve bilhassa da William S. Burroughs’un ne kadar çok müzisyeni etkilediği malum. Kitapta bahsi geçen daha çok fazla müzisyen ve edebiyatçı var. Ayrıntılarla örülmüş bu kitap, yıllarca okunası bir müzik ve edebiyat arşivi gibi. Fakat bence iki eksiği var. Kafka’nın ve malum 'kafkaesk' atmosferin müzik üzerindeki etkisi yazarlar kısmına, Joy Division’ın solisti, 24 yaşındayken intihar eden Ian Curtis de rock-şairleri kısmına eklenebilirmiş. Belki, diyorum, bu kitabın ikinci cildi de yazılabilir. Daha çok malzeme var ve Hilmi Tezgör de bu malzemeyi en iyi bilen kişilerden biri.
(Manşetteki görsel William Michael Harnett'e aittir.)
Yeni yorum gönder