Marcel daha ilk paragrafından itibaren okuyucuya Flanders’te, gerçekçilikle gizemin iç içe geçtiği bir atmosfer sunuyor: “Sokaktaki diğerlerinden farkı yoktu evin; iki asırdır oturulmuşluğun, şiddetli fırtınaların, savaşın ardından bel vermiş, hafifçe yana yatmıştı. (...) Odaların çoğu yazları serin tutan, kışları üşüten zifiri Araf karanlığını barındırırdı derinlerinde. Tavan kirişlerine varana dek yağ sıçratılmış mutfakta, kuşaklardır pişirilegelmiş yemeklerin kokusu nasılsa kimi odaların duvarlarına da sinmişti. Kiler saklar, tavan arası unuturdu.”
Savaş ve tarihin ağırlığının üzerine çöktüğü bu eski evde, on yaşında bir erkek çocuğu olan anlatıcımız, büyükannesiyle birlikte yaşamaktadır. İnsan ruhunun geçmişe olan tipik saplantısına yenik düşmüş olan büyükanne, mazi ile bugün arasındaki ipin ucunu kaçırmış ve hatıralara, Hesperides’in altın elmalarını koruyan Lakon edasıyla muhafızlık yapmaktadır. Salondaki cam cepheli ahşap antika dolabın içinde, kaybedilen sevgili aile üyelerinin fotoğrafları mevcuttur; genç yaşta ölen, ailenin gözbebeği Marcel’in portresi de bunlar arasındadır. Küçük anlatıcımız için, kuzeni Marcel’in ölümü gizemli bir vakadır. Fakat tavan arasında bulduğu bir mektubu öğretmenine götürmesiyle Marcel’in “karanlık” geçmişi ortaya çıkar. Marcel, Doğu Cephesi’ndeki Flaman Lejyonu’nda çarpışan bir Waffen-SS olarak ölmüştür. Fakat Marcel’in bu eylemindeki (ve ailesinin de hâlâ arkasında durduğu) anlamın ardında Hitler değil, Flanders’in komünizme karşı korunması, yani Flaman milliyetçiliği vardır: “Marcel yalnız kendi inandığı ideallerin peşinden gitti, bunu biliyorsun. Canına kastetseler, kimseler onu Hitler’e el pençe divan durmaya zorlayamazdı.” Ki burada, bir parantez açıp meseleye tarihi açıdan bakabiliriz. Zira, “Festung Europa,” yani “Avrupa Kalesi” doktrini adı altında Ruslara ve komünizme karşı ilk “Avrupa Birliği” fikrini, Nazi Almanya’sının Waffen-SS yabancı lejyonları atmıştı. Bunu göz önüne alınca, Marcel bize hem tarihi hem de edebi açıdan “mimetik” bir bakış sunmaktadır.
Marcel, dönemin kültürel, tarihi ve sosyal temellerinin incelikle ele alındığı, ayrıca sadece Almanya’yı değil, Alman işgali altındaki ülkeleri de bugün hâlâ meşgul eden soykırım, işbirlikçilik ve kültür çatışmalarının (romanın geçtiği Flanders’in bugün hâlâ Belçika’dan ayrılmayı talep ettiğini anımsayalım) da işlendiği bir eser. Öte yandan, mezkur dokularının yanı sıra, son derece gerçekçi ve ikna edici bir biçimde çizilmiş, hatta onu tanıyormuşsunuz hissiyatına kapıldığınız aksi ve gururlu büyükanne ile birlikte yaşayan, öğretmenine âşık, büyümekte olan bir erkek çocuğunun hikayesini de anlatan başarılı bir Bildungsroman.
Son bir not olarak; Marcel, Doğu Cephesi’nde ölen ve hayaleti aileyi ele geçirmiş bir Waffen-SS’i konu almasıyla, benzer temaları farklı bir tarzla işleyen başarılı Alman romancı Uwe Timm’in kendi abisinin hayaletiyle yüzleştiği anlatısı Kardeşimin Gölgesinde’yle epey müşterek tema barındırıyor. İlgili okuyucu için bu iki kitabın çapraz okuması son derece ufuk açıcı olacaktır.
* Görsel: Özlem Isıyel
Yeni yorum gönder