Çok fazla romanda karşımıza çıkan bir erkek tipi var. Cebinde beş kuruşu olmayan, üstelik ne doğru dürüst bir eğitimi ne de belli bir mesleği olan, avare bir adam. Söylemeye ne hacet, elbette bohem biri. Elinden düşmeyen sigarası, hep dolu tutmaya çalıştığı şarap kadehi, -artık edebiyat mı, resim mi, heykel mi bilinmez- bir ya da birkaç sanat dalına ilgisi var. Muhtemelen anne babasının, köylüsünün yerlisinin gözünde “sıfırın adamı” sayılacak bu aylak adam, âşığı olacak inanılmaz güzellikteki kadınları, hamisi olacak karun kadar zengin adamları çaba göstermeksizin bulabilir. Çaba da ne kelime, resmen ayaklarının önüne yuvarlanırlar.
Viyana'da Aşk'ın baş kahramanı Michael Rost tam olarak böyle biri. Sebepsiz ve meteliksiz, Rusya'daki köyünden ayrılan 18 yaşındaki, uzun boylu, sarışın genç, Viyana'ya vardığında neden daha fazla yol gideyim ki diye düşünüp bir handa parasını ödemediği bir odaya sığınıveriyor. Çok geçmeden sokakta gördüğü bir adam, servetini karanlık yöntemlerle ABD'de kazanmış tipik bir köşe dönücü Peter Dinn, durduk yere cebine 10 bin kron koyuveriyor. Tuttuğu şık bekar odasındaki ilk gecesinde, güzel ev sahibesi Frau Stift, yani Gertrud, dekolte sabahlığıyla kapısında beliriveriyor. İki güne kalmıyor Viyana'nın en meşhur dansçısı Vita Kersten'den randevu koparıyor. Ve elbette Gertrud'un güzel kızı Erna da çok geçmeden bu niteliksiz adama abayı yakıyor. Genç adam zerre emek harcamaksızın bir eli yağda bir eli bağda bir hayat sürmeye başlıyor.
Fakat bunlardan öyle çabucak mutlu olamayacak, hatta burun kıvıracak kadar da “asil” bir karakter. Dinn'le kumarhanede geçirdikleri bir gece, hayatında bir arada görmediği kadar çok para kazansa da, herhangi bir fakir kadar sevinmiş görünmüyor. Peter sebebini sorduğunda çok duyarlı bir insanmış gibi, "Dünya biraz daha boş görünüyor," diyor. “Ah hayat boş!” hissi yakasını bırakmazken, hamisi tam tersini salık veriyor: Böyle yerlerde parayla satın alınan ufak bir avuntu ve geçici bir neşe bulunur.
David Vogel'in üzerinde varlığına dair spekülasyon yapılan kayıp romanı, büyük tesadüf eseri, Tel Aviv'de Genazim Arşivi'nde bulunur ve olası yazım tarihinden neredeyse yüz yıl kadar sonra ilk kez 2012'de orijinal dilinde, İbranice yayımlanır. Edebiyat dünyasını heyecanlandıran roman kısa sürede İngilizce, Almanca, İspanyolca ve Fransızcaya çevrilir (burada Türkçe çevirinin İngilizce baskı esas alınarak yapıldığını belirtelim, ne yazık ki İbraniceden doğrudan çeviri çok nadiren yapılıyor). Birinci Dünya Savaşı öncesinde Viyana'yı farklı sınıflar ve kesimlerden karakterlerle tüm yönleriyle anlatmayı başaran Vogel, haklı olarak Franz Kafka, Stefan Zweig, Joseph Roth gibi çağdaşı büyük yazarlarla karşılaştırılıyor. Şehir hayatını, orta sınıf eğlencelerini, varoluşsal can sıkıntısını Kafka ve Zweig gibi ustalıkla anlatan Vogel, öte yandan Yahudi kimliğini de öne çıkarmasıyla meslektaşlarından ayrılıyor: "Yakındoğu topraklarından birine gidiyordu, bu toprak ıssız bırakılmış ve binlerce yıldır terk edilmişti, uzak geçmişe bağlılığı olan bir avuç idealist insan tarafından sıkı çalışmayla ve kalplerinde çarpan heyecanla canlandırılmaya çalışılıyordu."
Anadili olmamasına karşın İbranice yazmayı tercih etmesinin yanı sıra, yarattığı karakterler çerçevesinde de yüzyıl başında Avrupa Yahudiliğine ışık tutuyor Vogel. Rost'un müdavimi olduğu "ağır kosher" lokanta, bir bir boy gösteren Doğu Avrupalı Yahudilerin Viyana'daki hayatlarının panoraması gibi. Etrafta siyah kipalarıyla koşturan garsonlar, lokantanın sahibi Reb Chaim Stock, Odessalı Yasha, anarşist Misha, tek gözlü Jan, dramatik tenor gibi karakterler farklı göçmen tiplerini temsil ediyor.
Öte yandan, Rost kendini bu ortamdan para ve şansla koparıp Viyana'nın üst orta kent yaşamına dalıveriyor. Romanın gücü de Vogel'in göçmen deneyiminin ötesine geçmesinde ve Viyana'yı muazzam bir şekilde tasvir etme becerisinde yatıyor. Moda gece kulüplerini ve süslü restoranları, halka açık parkları ve küçük birer saray olan evleri, bir kaldırımdan ötekine acele acele koşturarak lambalarını yakan ve aslında yapayalnızmış izlenimi veren görevlileri ve bir ileri bir geri yürüyüşleriyle sokakları daima kalabalıklaştıran geveze kent halkını, tramvayları ve at arabalarını anlatıyor Viyana'da Aşk. Böylelikle yazar aynı anda hem Rost'un kent yaşamının cazibesine kapılmasını ayrıntılandırıyor hem de okuyucuyu aynı ışıklı girdabın içine çekiyor. Kendinizi yüzyıl sonu Viyana’sının tüm ihtişamı içinde buluyorsunuz ve gerçekten orada olmak istiyorsunuz.
Biliyoruz ki Birinci Dünya Savaşı öncesinde Viyana, Avrupa'da sanatın, bilimin, hatta siyasetin kalbidir. 1913'te nüfusu 2 milyonu aşmış olan gerçek metropol Viyana, modernizmin de merkezidir. Sigmund Freud, Egon Schiele, Gustav Klimt, Ludwig Wittgenstein, Oskar Kokoschka ve daha niceleri buradadır. Bilinçdışı, rüyalar, yeni müzik, yeni düşün, yeni mimari, yeni mantık, yeni ahlak kuramları ilk burada kurgulanır. Siyaseti de unutmayalım. Stalin sahte pasaportla şehre gelip Marksizm ve Ulusal Sorun’u yazar. Kuşluk vakti yakındaki parkta yürüyüşe çıktığında, akademinin reddettiği ressam adayı Adolf Hitler'le yolları kesişir. O zamanlar adı Josip Broz olan ve araba tamirciliği yapan, geleceğin Yugoslavya'sının tek-adamı Tito da Viyana'dadır. 20. yüzyılın muktedirleri aynı şehirdedir, fakat üçü de bu görkemli sahnede henüz figürandır.
Rost şehrin tüm imkanlarından yararlanır. Kafelerin teraslarında oturur, parklarda yürüyüş yapar, kumar oynar, müzik dinler. Bunlar yetmeyince kadınları fethetme saplantısına kapılır. Fakat birbiri ardına gelen birbirinden güzel avlar ve türlü cinsel deneyime rağmen mutluluk duyamaz. Hep "son hızla giden bir trene atlayıp yolculuğa devam etmeyi" düşler. Uzağa, daha uzağa giderse, "içindeki mutluluğu bulabileceğini" hayal eder. Yine de tüm yolculuklar sonludur, tüm kaçışlar bir yerden sonra heyecanını yitirir. Rost, erken 20. yüzyıl romanlarının tümünde karşımıza çıkan o sıkıntılı adam, David Vogel gibi dışarıda kalmış biri. Siyasi, etnik, cinsel hiçbir kimliğine tutunamamış, ne Rus ne Yahudi, ne âşık ne düşman olmayı becerememiş, hayatının kıymeti harbiyesi olmayan bir huzursuz ruh: "Günlük hayatın bunaltıcı monotonluğunu Greta Garbo, Adolf Menjou ve benzerlerinin yardımıyla defetme arzusu çok güçlüydü, ama sinemadan çıktığın anda seni tekrar ele geçirir, acımasız ve sefildir, uzuvlarına bitkinlik yayar ve ağzında acı bir kuruluk bırakır."
*Görsel: Furkan Nuka Birgün
Yeni yorum gönder