Geçmişi ve kalabalığı olan bütün şehirler gibi, İstanbul'un içinde de birden çok İstanbul var. Selim İleri'nin İstanbul'u bu İstanbullar içinde modern olan, günlük yaşantı içerisinde dolaysız olarak bağ kurduğumuz İstanbul değil.
İstanbul'un içinde sakladığı bir başka İstanbul Selim İleri'nin her daim ulaşmaya çalıştığı. Nitekim Selim İleri'nin edebiyatla ve hayatla ilişkisi de böyle.
Selim İleri için edebiyat hayatın içinden çıkmıyor. Hayat edebiyatın içinden çıkıyor. Selim İleri edebiyatının ikinci dönemini oluşturan kurmaca eserlerde karakterlerin yazarlar ve roman kahramanları olması tesadüfi değil. Zira Selim İleri'nin kendi dünyasını, yaşamış veya kurmaca edebiyat kişileri, edebiyat eserleri canlandırıyorlar. Selim İleri'nin dünyasında, edebiyat hayattan daha gerçek; dahası, hayatı yaşamaya değer kılan şey edebiyat.
Hayatın inceliklerini bize duyuran, yaşatan şey edebiyat. Selim İleri'nin edebiyatı, etüi, makosen, parfön, piruet, güvercingöğsü, maroken, fujer, şipr gibi şimdiki zamanda, günlük hayatta pek kullanmadığımız, bilmediğimiz kelimelerle dolu. Bu kelimelerin günlük hayatımızdaki yokluğu inceliklerimizin yokluğunun, yaşantımızın sıradanlığının, yeknesaklığının da bir göstergesi. Selim İleri inceliklerin unutulduğu bir dünyada narçiçeği mercan, istiridye kabuğu tuvalet, kuş gagası iskarpin, manolya ağacı, körüklü fayton, mendiller, çiçekler, boyunbağları, taftaların hışırtısı, körüklü radyo, lavanta kolonyası gibi geçmişe ait detaylarla örüyor yazdıklarını. Günümüzle de bağ kurduğu yeni bir dünya yaratıyor bu detaylardan.
İstanbul'un "yeni" engelleri
Geçmişin inceliklerine bu kadar özlem duyarak yaşayan birinin, günümüzün İstanbul'unun içinde de eski bir İstanbul'u arayıp durması kaçınılmaz. Bu İstanbul'la Selim İleri'nin arasına sürekli hepsi “yeni” olan engeller giriyor. Günün İstanbul'unun ona çirkin gelen gökdelenleri, alışveriş merkezleri, rezidansları arasında geçmişe tutkuyla bağlı bir dinozor gibi yaşadığını söylüyor İleri. Çocukluğunda, eskiyen kabanının yenisi alınacağı söylendiğinde enikonu üzülen bir insan var karşımızda. Her şeyin eskisine, eskimişine bağlı olduğunu kendisi de teslim ediyor. İstanbul'un içindeyken İstanbul'u sürekli özlüyor.
Selim İleri'nin eski İstanbul'la kurduğu bağ, hayatla kurduğu bağ gibi, o dönemin yazarları ve eserleri üzerinden. Kağıthane semti Halit Ziya'nın, Hüseyin Rahmi'nin, Edmondo de Amicis'in tasvirleriyle birlikte yaşıyor Selim İleri için. Burgazada'yı anlatmak Sait Faik'e de muhakkak değinmek demek. Abdülhak Şinasi Hisar, Ziya Osman Saba, Reşad Ekrem Koçu, Şair Nigar Hanım, Edip Cansever, Asaf Halet Çelebi, Nurullah Ataç, Salah Birsel, Nezihe Meriç, Füsun Akatlı gibi onlarca yazar diriliyor Selim İleri'nin İstanbul'unda. İstanbul'un geçmişi ile İstanbul'dan geçmiş yazarların hikayeleri iç içe geçiyor.
Selim İleri'nin edebiyat yazılarında ne kadar İstanbul varsa, Yaşadığım İstanbul (2012, Everest) kitabındaki İstanbul yazılarında da o kadar edebiyat var. Zaman ve mekan edebiyatla ayrışamayacak kadar sıkı sarmalanıyor Selim İleri için. Selim İleri Yaşar Kemal'i, Sait Faik'i anlatırken onları ilk kez okuduğu lise sıralarına, dönemin İstanbul'una, Galatasaray Lisesi'ne dönüyor; bu çevreyle beraber anlatıyor okumalarını. Sait Faik'in “Mahalle Kahvesi” öyküsünü okuduktan sonra İstanbul'un her yerinde bu kahveyi arıyor; İstanbul'u bu arayışla birlikte anlatıyor bize. Sırf, Kerime Nadir'in Samanyolu romanında karda Heybeliada'da geçen bir sahne var diye, ne zaman kar yağsa Heybeliada'ya gitmek istediğini söyleyen bir insanla karşı karşıyayız. Romanlarda okuduğu İstanbul görüntülerini çıkıp İstanbul'da arayan, onları artık yerlerinde bulamadığında öfkeye kapılan biri İleri. Kadıköy'e halen Kadıköyü, yasemine hala yasemen diyen, yitirdiğimiz yazarları, eserleri, onların İstanbul'unu kalemiyle yaşatmak için direnen bir yazar. Şapkalı “Eylûl” gördüğünde benzer duyarlıklarla içi sızlayabilen, kaybedilmiş bir yazarı bir işaretten çıkartabilecek kadar incelikli bir okur.
İstanbul'un Selim İleri'nin Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatına duyduğu özlemin bir parçası olması, muhayyilesinde mekanların da düşüncelerle, olaylarla birlikte canlanmasının bir sonucu olsa gerek. Sözgelimi Flaubert'i anlatırken söyleyeceklerine “Galiba, İngiliz Konsolosluğu'nun karşısındaki Fischer Lokantası'ndaydı, yine Füruzan söylemişti” (s. 205) gibi cümlelerle başlıyor Selim İleri. Söylediklerini, onları konuştuğu yazarlar ve bu yazarlarla buluştuğu mekanlarla birlikte aktarıyor okuyucuya. Bülent Oran'la tanışması ile Haydarpaşa Gar Lokantası birarada. Selim İleri hayatı edebiyat ve sanat vasıtasıyla yaşadığı için, edebiyata dair düşüncelerinin de anılarıyla yoğrulması olağan. Detayları kaydeden belleğinin, hayattan sanatsal hazlar çıkarma temayülünün de etkisiyle, Yaşadığım İstanbul yazılarının içine tiyatro, sinema, resim, hatta yemek de kendiliğinden karışıyorlar. Selim İleri'nin “yaşadığı” İstanbul'un içinde bunlar var. Yaşadığım İstanbul yazılarının kiminin içinde İstanbul'un adının geçmemesi yadırganmamalı. Selim İleri'nin anlattığı yazarlarda, ilişkilerde, yemek tariflerinde, yerli veya yabancı filmlerde İstanbul örtük olarak da olsa mevcut aslında; zira Selim İleri'nin anıları İstanbul ile doğal olarak, bütün olarak kaynaşmış.
Selim İleri'nin yemek tarifleri de geçmişe duyduğu özlemin bir başka yansıması gibi geliyor bana. Annesinin, anneannesinin, hangi semtte, hangi apartmanda oldukları, soğuk mu sıcak mı, küçük mü büyük mü oldukları gibi özellikleri de hep tasvir edilen mutfaklarına, çocukluğunun aile sofralarına, dostlarla bu sofralar etrafında biraraya gelinen evlerine bu yemekler vasıtasıyla geri dönüyor Selim İleri. Annesinin kış çorbası tarifiyle, Annem İçin kitabında “Bu çirkin dünyada annemi çok özledim. Bu kitabı yeni insanlar okusun istiyorum. Onlar da annemi sevsinler istiyorum” cümleleri aynı duygunun ürünü. Selim İleri'nin, artık hayatta olmayan, unutulmuş, hak ettiği değeri görememiş yazarları günümüzün değerbilmez okuruna tanıtma gayretiyle, bu çirkin dünyada annesini, annesinin yemeklerini tanıtma isteği yan yana duruyor. Kitabın arka kapağı için bu yüzden kitaptan “Neyse ki, 'kendini koruyan' İstanbul var. İstanbul maceramda ona sığınmak iç açıcı” cümleleri seçilmiş. Selim İleri'nin annesinin düğün çorbası da, Samiha Ayverdi'nin romancılığı da aynı koruma güdüsüyle yazılmış bana kalırsa.
Eski yazarları anarken Selim İleri'nin günümüzün “lanet” (s. 202) dediği ortamından açık veya gizli serzenişleri belirgin. Halide Edib'in varisinden dinlediği anılarını, varis dostunu ve Halide Edip'in hatırasını “koruma” güdüsüyle, “-çok üzülerek-”, kaleme getiremeyeceğini söylüyor Selim İleri. Nedeni de günümüzde en küçük sözün, en masum davranışın “skandal-haber”e dönüştürülmesi. Selim İleri, bir gazetecinin Kerime Nadir'le röportajında manşetlik bir dedikodu fırsatı yakaladığı halde Nadir'in acı hatırasına hürmetle soru sormamasına dikkat çekerek, “Günümüzde kim, hangi söyleşi, röportaj yazarı bu fırsatı kaçırır?!” (s. 174) diyor. Refik Halid'i, kitabını birlikte okudukları gençlerin yazar olarak düşünmekte zorlanması, ısrarla politikacı, gazeteci sanmasına üzülüyor; geçen zamanın yalnızca siyasi kişilere ve köşe yazarlarına yaradığından yakınıyor.
Selim İleri'ye göre en özgün, en has sanatçılarımız en az tanınanlar. Yitirilmiş İstanbul, piyasa şartları altında yitirilmiş “has sanatçı”, eskiye, görünmeyene atfedilen değer, Yaşadığım İstanbul'da farklı temaları incelikle birbirine bağlayan ortak bir zemine dönüşüyorlar.
Kitapta altını çizdiğim,not aldığım yerlerle yazınızda karşılaşmak beni hem şaşırttı hem de çok sevindirdi.Beni en fazla Cemil Meriç'in sözleri etkilemişti bu kitapta.Ve Zülfü Livaneli'nin Leyla'nın Evi'nden sonra bu kitabı okuyunca Leyla Hanım'la İleri arasında benzerlikler bulmuş,handiyse Leyla Hanım aslında İleri'dir diyecektim.
Kitabı çok güzel yansıtan bir yazı olmuş,teşekkürler.
Yeni yorum gönder