Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Seni öldürmeme yardımcı olur musun?



Toplam oy: 1172

Terk edilmek filmlere konu olacak bir cinayete yol açabilir: Ancak buradaki terk edilmek, birinin sizi bırakıp gitmesi kadar ‘basit’ değildir; terk, tüm hayatınızı kaplayan, dışarıdan size dayatılmış bir fizyolojik gereksinime dönmüştür adeta. Başta, tüm gidenlerin gidişi bildiğimiz anlamda bir terkken, bu, git gide her şeyin sizi bırakma, bunu doğal bir sonuçmuşçasına yapması eylemine dönüşür. Aşama aşamadır: Önce aileniz, sonra yakınlarınız, sonra iş arkadaşlarınız, derken sevdiğiniz-sevmeye çalıştığınız insanlar, ülkeniz, birdenbire tanrı, dayatılan kurallar sizden uzaklaşmaya başlar ve ortadaki o yeni yalnızlık kavramının sahipsizlikle yani ıs’sızlıkla şekillenmesi, tat ve haz konusundaki ezberinizi bozar. Şimdi tat ve haz, terki durdurma noktasında yaşanabilecektir. Bir insanı öldürmekle tanrıyı öldürmek arasında çok da büyük bir fark yoktur. 1970'lerde ortalığı kasıp kavuran seri katil Dennis Nilsen önemli bir örnektir: Makul bir çocukluk yaşarken karşılaştıkları yıpratıcıdır doğrusu ( büyükbabasının kollarında ölmesi – tanımadığı birinin facecum eylemi vs ); hayvan hakları savunucu olacak kadar duygusal olan Nilsen, kendini sosyal yardım kurumlarına, orduya, hatta polis teşkilatına adarken aniden kendini o terk edilmenin metamorfozunda buluvermiş ve hobi olarak sürdürdüğü kasaplık mesleğinin de deneyimleriyle, on yıl gibi bir süre içinde on beş genç erkeği katletmiştir; ama bu cinayetlerin asıl sebebi ‘bir ölünün kimseyi terk etmeyeceği’ gerçeğiyle bağlantılıdır; çünkü Nilsen öldürdüklerini yıkar, temizler, onlarla seks yapardı. Nekrofiliden farklı olan bu ceset-katil ilişkisi bugün bile sıradan kimi aşk cinayetlerinin temelini oluşturmuyor mu? Birini çılgınca severken bir cesede, ellerimizle canına kıyabileceğimiz birine âşık olmuyor muyuz? Duygusal eşitsizle kurulan her ilişki bu çeşit iktidarları bilinçaltımızda pervasızca barındırıyor. ‘Onu çok seviyorum; beni bırakmaz, bırakırsa öldürürüm zaten’ cümlesi altında planlanmış bir cinayet yatmıyor mu? Seri yahut mono katillerin psikanalizleri fikrimce şüphe götürür daima; “Hep durmak istedim, ama yapamadım. Başka bir heyecan veya mutluluk kaynağım yoktu” diyen Nilsen’ı anlamak ile yargılamak arasındaki keskin uçurumda lime lime olan hayatların doğadaki karşılıklarını çoğu kere hayvan belgesellerinde izliyoruz. İşlenen her cinayette yapay bir tabiat kurulur olay yerine. Uygarlaşmanın tabiattan kopmak olarak algılandığı her düşüncede kimi güdüler suç kapsamına girecektir. 

 

Yolculuk nedir? 

 

Eğer yol yoksa yolculuk mühimdir. Çıkılacak, ortada olan, kendini dayatan yol yolculuk için hiçbir şey ifade etmez; Modigliani’nin fırça izleri gibi olmalıdır yol. Pervasız ama ustaca. Disiplinsiz gibi görünen bir ustalık gerektirir çünkü ayrılıp gitmek. Uzaklaşmak. Uzaklaştıkça başka bir noktaya yaklaşma heyecanı. Uzaklaşanın yaklaşması denkleminde yolculuk çözülemeyen sırdır. Uzaklaşanın yaklaşması denkleminde yaşanan, sırra kadem basan insanî bir asırdır. Kadavra ile cesedi birbirinden ayıran şeyi anlamanın sorumluluğu.

 

Nereye gidersin? Yanında neler vardır? Yolculuk esnasında uyumak, işte o, gezegenden soluduğun narkozdur. Kat ettiğin mesafe hipnozdur. Uyuşursun yolda. Seni bir ameliyata hazırlar kilometreler. Aklın kadar yaşayacağının farkındalığıyla, bir sebep yaratmak telaşıyla, maceradan maceraya koşan yakın tarih bilinciyle, uslanmaz bir sivrilme yaşarsın.

 

Coğrafyan yüz kızartıcı kabahatin, bulunduğun koordinat cahil cehaletin olur birdenbire. Sıçrayarak uyandığında artık bambaşka bir yerdesindir; kalbin canla tanışır yeniden.

 

Biz buna kısaca sanat diyoruz. İnsan Yok etme Sanatı.

 

Fuzuli israflarla tükettiğin hayatın hesap olup dönecektir sana; ukalalığını inisiyatif, kibrini yetenek, bilgiçliğini zarafet saydığın sürece faşizmin oyuncağı olacaksındır. Yola çıkman şarttır artık. Kurtuluşun ordadır. Yolda. Havada, asfaltta, rayda. Bıçakta, silahta vesairede. Özgürlük, kimseyi terk etmeden gitmektir. Terk eden kaçmış sayılır, terk etmeden giden ise artık herkese küskün kutsaldır. Hissettiğin kalp atışları ruhuna yayılan tehlikeli bir sancıdır. Ölenin yolculuğu, arkada kalanın kana ağır ağır karışan zehridir.

 

Yolculuk nedir?

 

Yolculuk yanlış matematiktir. İki kere iki dört etmez orada.

 

İkiyi ikiyle çarpıp dört bulanların elinde gidecekleri adres vardır; ulaşma hevesi ağır basar.

 

Ülkeler de yolculuğa çıkar bazen; konum değiştirirler. Halk yerleşiktir, ama toplum hareket halindedir şaka gibi. 

Bir bakarsın doğuya gitmişsin, bir bakarsın batıdan daha batısın. Pusulan kafayı yer.

 

Milli içkim rakı dersin de göçmen bir ırk olarak geçtiğin topraklarda tarihe geçmiş tek şeker kamışı tarlan yoktur. Öldürürsün.

 

Türk sanat müziği dersin de kanun da, ut da, tambur da , klarnet de sana ait değildir.

 

Kebap dersin; o da bambaşka birilerinin yemeği.

 

Kalkıp kımız üretip satmaya cesaret edemezsin yoldayken; ciridi unutmak işine gelir avakado festivali yapmak varken. 

 

Caz festivalleri düzenlersin kerhaneden doğduğunu bilmeden; oysa aşk festivali nasıl yakışır Akdeniz’e. Elinde adres, yoldasındır çünkü. Bir planın vardır milletten gizlediğin. Öldürürsün. 

 

Çevrendekileri ayırırsın: Okyanus adalarında tatil yapanlar ve Hac’ca gidenler diye. Dağa çıkan gerillalar ve Ulusalcılar diye. Meselen, ayrıştırarak çözüm bulmaktır. Elektrolizdir tek öğrendiğin, redoksu bilmezsin. Kalkar, bir cinayet daha işlersin.

 

Yolculuk nedir?

 

Yolculuk kafayı toplamaktır. 

 

Dağıttığın, sağa sola saçtığın kafayı toplayıp onu önemsemektir. Kafayı şekle sokmak değil. Biçimlendirmekse hiç değil. 

 

İşlediğin bunca cinayette bir kanıt bırakmaksa artık senin elinde değildir.

 

Cinayet işlemek kendi kötülüğüne teşekkür etmektir.

 

Yakalarlar.

 

Çünkü bir ‘cani’ de olsan insansındır, hata yapmak senin güzelliğindir. Kriminoloji bunu iyi bilir.

 

 

 

Kimse bu kadını bırakamaz

 

Sevil Atasoy ne çarpıcı bir bilim kadını. Aslında birçok kadın yazardan daha akıcı bir üslubu var kitaplarında. O klişe olan ‘kusursuz cinayet yoktur’ lafını ederken bile birlikte bir cinayete karışmak hissine kapılıyorsunuz. O yanınızda olsa terkler, yolculuklar daha kolay olur diye düşünüyorsunuz. Tek ipucu bırakmam diyebiliyorsunuz. Kimse bu kadını yalnız bırakamaz mesela. 

 

Kitaplarında çözümü imkânsız gibi görünen cinayetlerin incelikli tespitlerindeki yöntemlerini okumak tekniklerin geldiği noktayı alkışlamayı gerektirdiği kadar potansiyel katillere bir uyarı da taşıyor: Terk eden bırakır kanıtı; siz buna engel olamazsınız.

 

Sevil Atasoy incelediği dosyaları okuruna aktarırken farkında olsun olmasın kullandığı dille aslında bir altkültür edebiyatı yapıyor; bu coğrafyada bir ilke de imza atıyor. Danışmanlığını üstlendiği televizyon ( suç ) dizilerine gece yarıları denk geldiğimde, çok eskiye dayanan dostluğumuzu da hatırladım; çok farkına varılmadığına inandığım kitapları başucu kitaplarım. Türk edebiyatında bambaşka bir kanalda ilerliyor. Uyduruk ‘hata’ metinlerindeki zorlama üslupların dışına taşan akıcı anlatımıyla fikrimce gerçek polisiyenin tohumlarını atıyor. O belki her ne kadar bir bilim aktarıcısı gibi görse de kendini, aslında karanlık edebiyatın yolunda kalemini sivrilten yazarlardan biri. Nereye gitsem taşıyacağım kitaplar kaleme almış.

 

Dramaya yönelmesinin belki de nedeni bu; Sevil Atasoy’dan roman da bekleyebilirsiniz artık, senaryo da. Bu yoğunluğun altında. Dario Argento’nun sinemasını konuşmak isterdim onunla ya da Agatha Christie’yi böyle kuvvetli yapan zekâyı.

 

En kötü ihtimal, bu terklerdeki, bu yolculuklardaki hep tasarladığım, tasarladığımız cinayetlerde bana, bize suç ortağı olma teklifi sunmak. 

 

Ama şansım yok. Biliyorum. 

 

Bugün yeryüzünde kim ölse, kesin, ceset diye beni tutuklayacaklardır.

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.