Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Şenlik ve Matem



Toplam oy: 140
Tetikler oynamalı, ateşli kundaklar dönmeli ve dağlarla birebir, erkekçe konuşmalı artık. Dağların, koyakların yankılayan cevabını duymalı. Kabul edilmişliği duymalı. Yaşamanın yerli yerinde olduğundan yine de emin olunmalı. Yolculuğu, göçü, yaylayı duyurmalı. Ateşin ormana doğru zayıflayan aydınlığında, sessiz, eller tetikte, namlular yere dönük, yürüyorlar hâlâ.

Haykırmayacaklar. Şenlik olmayacak. Annemi üzmeyecekler.

 

Ama yılın bu günleri için kaçakçılardan tedarik edilmiş mermiler ve kış boyu yağlanıp saklanmış silahlar konuşmalı yine de. Kabzaları nasırlı ve sert erkek ellerinin içinde kadın eti gibi titremeli. Yüksek sesin en vaveylalı görkemine hükmetmeliler. Ki, yaylaya çıkıldığı bilinsin artık. İlk yaz müjdesini ancak silah zoruyla kabul ettirebilirlermiş gibi kendi kendilerine. Konuşmadan artık ve sözün bittiği yerden sonraki o garip mesafeyi ancak silah sesiyle kat edebilirlermiş gibi. Hiç değilse bir kez. Kucağındayım ve ilk seste irkilmemi sarmalayıp yatıştıracak ninem. Üzmeyecekler çok, hayır. Kefeni iki yana açıp bana da göstermişlerdi kalabalığın arasından. Yüzü o anda, nasıl demeli, o kadar çok güzeldi ki, sanki o kadar çok korkunç

değildi.

 

“Anne..”

Sessiz ve kararlılar. Başlayacaklar.

 

 

Tetikler oynamalı, ateşli kundaklar dönmeli ve dağlarla birebir, erkekçe konuşmalı artık. Dağların, koyakların yankılayan cevabını duymalı. Kabul edilmişliği duymalı. Yaşamanın yerli yerinde olduğundan yine de emin olunmalı. Yolculuğu, göçü, yaylayı duyurmalı.

 

Ateşin ormana doğru zayıflayan aydınlığında, sessiz, eller tetikte, namlular yere dönük, yürüyorlar hâlâ.

 

Kut Süleyman dayı en geride, mecburen. Öyle ya, sol bacağı olması gereken yerde bir odun bacak, ucunda da plastik ayak var. Palamarlı, kayışlı, ürkütücü bir şey. Bacağının ucundaki yapma ayak nemli toprağa batıp çıktıkça küfrediyor keyifle. Kayıp düştüğü yerden kaldırıyorlar. Küçük kafile tek sıra oluyor yeniden. İlerliyorlar. Şenliği hatırlamaya ve duyurmaya gidiyorlar. Şenliği, matemi de severek sevmeye gidiyorlar.

Ninemin kucağındayım. Üstümüzde kalın yün yorganlar. İrkileceğim.
Yukarılarda başı dönmüş yıldızlar. Gök artık bir altın tapınağa dönmüş.
Biri öksürüyor karanlıkta. Kayınların karanlığı iyice koyulttuğu yerde, ormanın biraz içinde başlıyor.
Hafif ve keskin bir aydınlık topağı çakıp dönerek havada gezinmeye başlıyor. Köpek, pasalı söktü sökecek. Yerleri kazıyor, iri iri havlıyor. Çam dallarının yaylım ateşin tırpanıyla biçilip düştüğünü duyabiliyoruz. Ninem sarmalıyor beni iyice.
Duruyorlar. Kara Zağar yerleri yırtıyor. Ateş topları yine beliriyor ve sırayla tekrar havlamaya başlıyor silahlar...
Öfke ve şenlik kusuyorlar. Tekrar duruyor gürültü. Sessizlik uzuyor bu kez. Bekliyorlar. O tok sesin vadiyi tamamen doldurmasını, uzaklara doğru taşarak akmasını, sonra yavaşça yeniden yükselerek karşı tepelere süzülüp ölmesini.
Sonra yeniden başlıyor. Ninem, oğlu garip bir haykırışla ardı ardına basınca tetiğe, sarsıla sarsıla ağlamaya başlıyor. Kızılca kıyamet. Ormanı ayağa kaldırıyor matem. Bu kez uzun sürüyor. Bitmiyor, bitmiyor, bitmiyor. Fotoğrafını çıkarıyorum.
Silahların sinirleri boşalıyor.
Barutun öfkesi diniyor sonunda. Ses kesilince ortalığa dayanılmaz, neredeyse ruhani bir sessizlik çöküyor.
Sonra belli belirsiz bir cızırtı yayılıyor. Issızlığın karanlık perdesini yırtıveren bir ses şimşeği. Akıl almaz, insanın içini parçalayan bir oyun havası başlıyor sonra. Ninem “Bu kadarı fazla...” gibilerden bir şeyler homurdanıyor. Kut’un teybini de götürdüklerini fark etmemişiz.
Sesi iyice açılıyor. Hissediyorum. Her şeyi o andaki korkutucu sarhoşluk yönetiyor artık.
Durup biraz nefesleniyorlar. Ve eski bir kemençe havası bu defa. Beri yanda bütün mağara birden şaşakalmış, dut yemiş bülbüle dönmüşüz. Üzülmeyi, ayıbı bir yana bırakıyoruz da sanki delirmemiş olduklarından emin olmak için birbirimize iyice sokulup bekleşiyoruz.
Ninem cesaret edip sesleniyor. Ama “Ulaa eeeyy!” sesi mağaranın yüksek tavanında yankılanmakla kalıyor. Ninem tekrar ediyor. Bekliyoruz. Hayır, cevap vermiyorlar. Sonra o çatlak gök gürültüsü, namlulardan yine boşalmaya başlıyor. Ateş topu karanlıkta hayali bir çember gibi dolanmaya başlıyor yine. Matemin içine, umutsuzluğun göğüne doğru yaylım ateşe devam ediyorlar. Islıklar, naralar, silah sesleri, bağırtılar, ormanı ayağa kaldırıyor... Durup tekrar nefesleniyorlar.
O ara karanlığın içinde mırıltılar duyuyoruz. Sonra bir cızırtı daha teypten. Ve türkü başlar başlamaz, eşliği milim saptırmadan, ilk gençlik türküsüne asılıyorlar hep bir ağızdan.
On yedi erkeğin tek ağızdan narası bütün o gözü pek ihtişamıyla, gariplik zamanlarının hikayeleriyle dolup taşmış, gelip kuruluyor karanlığın yüreğine.
Trabzon’dan çıktı uzun yazılar
Asker vurdu beni yaram sızılar
Ah evde ağlaşıyor körpe kuzular
Okuyun Fatiha Kahya ruhuna
Arkadaşlar der ki ne oldu size
Şimdi anladım ben vurgun var bize
Makina içinden gan çıktı dize
Okuyun Fatiha Kahya ruhuna
Çömlekçi’den çıktım başım selamet
Kostaki’ye girdim koptu kıyamet
Ah evlatlarım olsun Hakk’a emanet
Okuyun Fatiha Kahya ruhuna
Ninemin gözyaşlarından biri koluma damlıyor. Görmezden gelip kıpırdamıyorum. Nefesim tıkanıyor. O ara bir tuhaf ses işitiliyor yine. Bu kez farklı, yabani, garip bir ses. Yavaş yavaş yükselip her şeye el koyuyor sanki. Amcamın kavalı.
Ninem belli belirsiz iç geçirip mırıldanıyor. “Eyvah..!”
Oturduğu yerde kımıldanıp yorganların arasına iyice yerleştiğini, hiçbir anını kaçırmamak için kulak kesildiğini fark ediyorum. Özel bir anın eşiğinde ninem.
Oğlunun ikbalsizliğinin yasını tutmuş. Ve tutacak. İkisi arasında aniden patlak veren bu yakınlık beni hareketsiz bırakıyor. Yüzümü ateş basıyor.
Kavalın gaydesi giderek uyanıyor. İç geçiren nineme değil, kavala kulak kesilmeye çalışıyorum. Hep dinlediğim, ama şimdi annem artık olmadığı ve olmayacağı için bir tuhaf. Naftalinden yeni kaldırılmış bir ses bu sanki.
Elim istemeden koynuma, cebime gidiyor. Yoklayıp bırakıyorum, çıkarmaya cesaretim yok.
Bu ses karanlıkta kendi gözlerini aranan bir yabani sanki. Tam bilincinde olmayarak hissediyorum. Kendi bilincinde bile olmayan, mükemmeliyete kadar sadeleşmiş bir şey. Ve sırf ahenk. Sırf matem.
Biliriz, acının nedeni bilinirse, ne kadar büyük olursa olsun hafiftir yine de. Ve bu kaval acının bütün nedenlerini ortadan kaldırıyor işte. Hiç duyulmamış, hayal bile edilmemiş bir ses. Duyuyoruz onu. Yavaş yavaş canlanıyor. Dünyaya henüz iniyor veya onun gibi bir şey. Ama biraz ilerleyip duralıyor tekrar.
Diğerleri tuttukları öksürüklerini o kısacık kesintide çabucak bırakıyorlar. Konuşmalar, mırıltılar bize kadar geliyor. Babam “şunu da” boşaltmaktan bahsediyor. Bir şörjör daha. Amcam durduruyor onu. Daha lazım olacakmış. Biraz daha mırıltı. Konuşmalar.
Sonunda kaval yeniden, bu kez daha bir kararlılıkla başladığında büyüklerden biri dayanamayıp haykırıyor; “Ooofff! Çopur yaktın bizi!”
Umursamamıştır amcam. Çünkü mutsuzluğunu herhangi bir nedene dayandırmaya minnet etmeyen, sebepleri artık umursamayan biridir o anda, eminim. Yanaklarını körük gibi şişirip indirirken ve gözlerini gaydenin gideceği uzun, dolaşık yolların tamamının birden üzerine usulca örtmüşken. Gayde bir yerde duralarsa biraz, gözlerini açar, başka bir şeyle değil de kavalıyla mutsuz ettiği dinleyicilerine zaferle gülümser bıyık altından. İçimden geçiriyorum. Ben de yanlarında olsam, göz kırpmayı ihmal etmez bana herhalde her zamanki gibi ve ikimiz yine çabucak sırdaş oluruz. Adına sık sık “Efkar” dediği bir tabakadan tütün, enfiye içer, türkü söyler, kaval çalar. Kafası dumanlıysa, şimdi olduğu gibi en yakası açılmadık gaydelerden birini seçer, insanların derinliklerine iniverir. Onları geçmişlerinden yakalar ve duygularını hallaç pamuğu gibi atardı tek başına.
Amcamın her şeye el koymasının bir yoluydu bu. Ve bir damla daha, kolumda.
Bitiyor nihayet.
Son bir gayret. İki el mermi sesi.
İki ses arasındaki vahim bir sessizlik.
O duraksama anı niye? Hiçbir zaman bilemeyeceğim ve
sormayacağım babama.
Ve yeniden sessizlik.
Sonra kaval, bilindik hikayelerinden biriyle yavaş yavaş
uyanıyor tekrar. Yine o ürpertici sesiyle. Rüyadaymış gibi
veya sahibi ölmüş de kendisi dünyada kalmış bir hatıra gibi,
sanki.
Bir damla daha, kolumda

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.