Son sözü baştan söylemeli: Dünyayı bize getirenler var. Kendi tarifleriyle, bir binayı son tuğlasına kadar yıkıp yeniden kuruyorlar. Her dilin neredeyse sonsuz bir evren olduğunu düşünürsek, onlar müthiş bir paralel kozmik yolu önce tek başlarına geçiyorlar, ardından bize el veriyorlar... İyi çevirmenlerin emeği ölçülmez herhalde. Annemin dediği gibi, onların ekmeğini kıyıp yiyemezsin! Platonov'u bize yeniden armağan eden -belki de gerçekten ilk kez soframıza getiren- Günay Çetao Kızılırmak da işte onlardan birisi.
Hiç çeviri yapmadım, bunu bilmiyorum; ama kırık dökük öykücü olarak müsaade edin uydurayım şurada: Günay, Platonov'u okuduğunda -belki önce tek bir öyküsünü eline aldı- sıkıntıyla camdan dışarıya bakmış olmalı. Belki ara verip çay koymuştur kendine. Şekersiz. Çünkü bir avuç suya bakarak bir okyanusun serin derinliğini, karanlığının içindeki büyük zelzelesini hissedebilirsiniz. Rusça Platonov insanı ürkütür. Bundan o dili bilen kimse kaçamaz herhalde. Sonrasını da yine annemin lafıyla tamamlayayım: Kara gün kararıp durmaz. Belki de Platonov, bütün zor yolculuklar gibi kendinde kolaylaşıp yürüyene yoldaş olmuştur.
Bunları bilmiyoruz... Ama şundan eminiz ki, elimizde Muhteşem Vahşi Dünya'mız var!
Elbette buradaki hislerimin sadece bu kitaptan mürekkep olduğunu söylemiyorum. Platonov'un büyük romanı Can'dan itibaren kurduğu -ve bizim yeni vâkıf olduğumuz- dünyasından bahsediyorum.
Platonov'un yazı evrenini de aslında kendi muhteşem ve de vahşi dünyası ile tanımlamak mümkün. Çünkü o insan ruhunu son zarına kadar soymayı ve en derinine bakmayı başarıyor. Belki de dünyadaki -doğal olarak yazıdaki- en zor yöntemle bunu başarıyor: Sadelik!
Bütün bu kavgaya, kıyama, korkuya ve sevgiye sebep olmamızın, matematiği ve insanı anlamaya çalışmamızın altında ya da en gerisinde aslında çarpıntılı bir kan pıhtısı yatıyorsa, her şeyi sakince kavramak ve anlatabilmek büyük yazarların becerisi olmalı.
Platonov kavrama ve hissettirme gücünü yalınlıktan alıyor ama anlatmak için ihtiyaç duyduğu enerji bize çok tanıdık: Yavaşlık. Onu Doğulu yapan ve ona meftun olmamıza neden olan en büyük gizli gücü bu olabilir. Onun satırlarını okurken dedemin tahta sandalyesinin üzerinde ağır ağır ayak değiştirip, odun sobasını karıştırırken anlattıklarını hatırlıyorum. Küçük bir çocukken evlerini basan çetelerin nasıl büyük dayısını kestiklerini, evin küçük penceresinden çıkıp buğday tarlalarında nasıl saklandıklarını ve çocukların oyuna dalıp neşeyle elma ağaçlarına dadandıklarını böyle anlatırdı. Tane tane, durarak, gülmek üzereyken ağlayarak ya da tam tersini yaparak... Bütün büyük hikayeleri, insanın korktuğunda veya âşık olduğunda hızla atan kalbini ağırlaştırarak anlatabilirsiniz. Yoksa insan hızla akan zamanın karşısında çaresizdir. İyi yazarlar da iyi anneler gibidir. Bebekler sakinleşmeden öğrenemezler.
"Nazar bir çayırdan yürüyor, muhteşem yaban otlarının sardığı bir hendeğe iniyordu; güneş yükseklerden herkesi yanına çağırmaktaydı, bitkiler ve mahlukat toprağın karanlığından çıkıp ona misafir olmuştu -renk renklerdi, her biri başka, kimselere benzemez: Hepsi meşrebince oluşmuş ve toprakta can bulmuştu, yeter ki soluk alarak, bayram ederek dışarı çıkabilsin, ömrü yettiğince tüm varlıkların toplu buluşmasında yerini alsın- yaşayanları sevmek ve sonra onlardan tekrar ebediyen ayrılmak için. Genç Nazar Fomin o zaman evrenin büyük dilsiz acısını duyumsamıştı: ancak insanın anlayıp, dillendirip üstesinden gelebileceği bir acı, ki vazifesi de buydu." (“Afrodit”)
Ancak insanın anlayıp dillendirebileceği hikayeyi anlatırken Platonov, yavaşlığı büyük bir bütünün parçası haline getiriyor aynı zamanda. Dönüp dolaşıp hep o bütünü anlatıyor aslında. Evrendeki her tozun, atomun ve tavşanların birbirine nasıl bağlı olduğunu...
Varlığıyla titreyen Platonov
Muhteşem Vahşi Dünya'yı okurken yaşamın tüm zevklerini tatmış ama varlığıyla titreyen tavşanı atlamak olmaz. Platonov, doğaya hükmetme ve kalkınma fikriyatıyla yükselen bir Sovyet çağında yaşamış. Üstelik bütün incinmelerinin üstünde kendi özüne yönelik yok edici siyasal tehdidin baskısını hep hissetmiş. Belki de bu yüzden varlığıyla titreyen Platonov kendini sarıp sarmalayacak doğayı kurmuş öykülerinde.
Türkçedeki öteki öykülerinden ve romanlarından farklı olarak bu kitapta, doğa içerisinde bir saat titizliğinde işleyen mühendislik izleri var. Yoksul ve boyasız evlerinden yola çıkan makasçıların mekanizmaları yağlayıp rayları dikkatlice dinlemeleri, traversler, dingil kutuları ve balastlar durmadan akıyor metinde. Yine uzun uzun hidroloji okuyoruz. Nehirleri gemleyen savakların yapımı, incelikle düşünülmüş ve üzerinde çalışılmış inşaat detayları, emek verileri, nehir kulaçları... Bütün bunlar Platonov'un sadece çıplak insanı ve doğayı anlatmadığını, ayrıca hepsinin üzerine giydirilmiş ve örtük olduğu için dikkatimizden kaçan insan emeğini de anlatısına dahil ettiğini gösteriyor.
Platonov bir mühendisin ve mühendisliğin trajedisini anlatırken sevgiliden gelen mektubun sarsıcı içtenliği de başka bir çarpıcılık taşıyordu bana göre. Uzaktaki vazgeçmiş ama unutmamış sevgilinin mektupları bütün o teknik hesapların arasında nasıl da içimize doluyor.
Kitaba ismini veren öyküdeki, dünyayı hayal gücüyle görebilen makinistin Platonov'un kendisi olmadığını nereden biliyoruz? Bence kuvvetle muhtemel. Çünkü bu fena dünyaya gelip bizi yaşanabilir bir zamana ısrarla taşımaya çalışmış. Üstelik işsiz ve yoksul halde kulübesine geri gönderilmesine rağmen. Onun -ve öyküdeki makinistin- şimdiki iadeyi itibarı Platonov için çok önemli olmasa gerek.
Sanki muhteşem vahşi dünyamızın ani ve düşman güçlerine karşı bizi korumasız bırakmaya hep korkmuş ve titremiş.
Platonov iyi bir anne gibi.
Ona bir zamanlar “Abi,” diye seslenmiştim. Ama şimdi fikrimi değiştirdim...
* Görsel: Ali Çetinkaya
görsel hakkında daha fazla bilgi edinmem mümkün müdür acaba?
Yeni yorum gönder