Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Şiddet Taşıyor Her Yerden



Toplam oy: 144
Bir imkânım olsaydı, herkese Anna Burns’ün Sütçü kitabını okutur ve şöyle derdim: “Hadi, şimdi üzerine konuşalım.” Sütçü, bir arkadaş grubundaki dört-beş kişiyi birbirine düşürecek ve şiddetli kavgalara sevk edebilecek türde kitaplardan.

Sütçü, topluluk içinde dönüp dolaşan bir dedikodunun romanı. Ortada bir gerçek yok, sadece, o gerçeğin üstüne konuşulanlar var ve bir süre sonra, toplumun tüm üyeleri, bu dedikodunun gerçek olduğu varsayımıyla hareket ediyor.

 

2018 yılında Man Booker kazanan Sütçü, alışılageldik romanlardan biraz farklı. Şuradan başlamalı: Öncelikle, yazar Anna Burns, karakter isimleri yerine tüm karakterlere mahlasla hitap ediyor kitap boyunca: Belki-erkek arkadaş, Sütçü, Bilmemkim McBilmemkim gibi... Bu, kitaba başlamadan önce takibi zorlaştıracak öğelerden biri olarak görülebilir ki ben de öyle görmüştüm; karakterlerin isimlerinin olmadığı bir kitabı takip etmek, diğer kitaplara nazaran başka bir türden meydan okuma sayılabilirdi. Yine de, diğer tüm öğelerin yanında, kitabı çepeçevre kuşatan şiddet sarmalının, yer yer uzadıkça uzayan paragrafların ve gittikçe gözden uzaklaşan ve bir yerde kaybolan olay örgüsünün yanında, karakter isimlerinin olmaması, kafanıza takmanız gereken en son şey.

Ana ekseni şiddet
Şiddet diyorduk, kitabın ana eksenini oluşturan temalardan biri. Robert Darnton’ın Büyük Kedi Katliamı kitabını okuyanlar hatırlayacaklardır: 1730’lar Paris’inde, bir matbaanın çırakları, kendi kurdukları mahkemelerde kedileri yargılarlar ve sonrasında, kedileri belli bir ritüelle ölüme mahkûm ederler. Hayvanlara yönelik şiddet, her zaman insana yönelik şiddetin ya da gelmekte olan bir katliamın provası gibidir. 1910 yılında, İstanbul’dan toplanan 80 bin köpeğin İstanbul’a en yakın ada olan ve sonrasında Hayırsız Ada olarak da anılacak Sivri Ada’ya bırakılması, sonrasında yaşanacakların habercisi olarak görenler de var. Sütçü’de de Anna Burns şiddeti hayvan katliamıyla yükseltiyor ve başka bir aşamaya taşıyor. Şiddet, böylece, bir yerde neredeyse kitabın her yerinden taşmaya başlıyor; Burns, bu kısımları, kendi büyüdüğü toplumu iyi tanımanın getirdiği birikimle, bir belgeselci gibi mesafeli, bir doktor gibi soğukkanlı biçimde anlatıyor. Bu iyi.
Fakat, beni kitabı takip etmekte zorlayan, pek aşina olmadığım –ve maalesef benimseyemediğim– Karl-Ove’vari bir tür “avarelik” olarak nitelendirilebilecek, mekân ve olaylarda gelişi güzel dolaşma, yazarın okuru kitabın içine bir “hook” koymadan (kitabın girişinde bahsedilen sütçünün ölmesi, belki?) tutmaya çalışması gibi öğeler oldu. Mevzunun aslında kısmen de olsa “yerel” olması da eklenince, –kadına yönelik stalk’un ya da aniden her yayılan dedikodunun hemen her yerde görülmesine şerh düşmek gerekebilir– konuyla okurun empati kurması zor olabiliyor. Haliyle, bir yerde, kitaba devam etmek için çaba harcamak zorunda buluyorsunuz kendinizi. Sizi kitapta tutacak tek bir şey var artık: Anna


Okuması zor bir kitap
Burns’ün dili ve Duygu Akın’ın çevirisi. Bu kitaba devam etmenizi sağlıyor ama bunun için çaba göstermelisiniz; Duygu Akın, burada inisiyatif –ve risk– alıp kitaptaki kimi cümleleri bölmeyi de tercih etmiş sanıyorum, bu olmasa okurun işi daha zor olabilirdi. Çünkü kitap ilerledikçe Anna Burns, kendi büyüsüne daha bir kapılıyor sanki. Şöyle demiş olabilir, kurduğu bir paragraf sonrası: “Ne harika bir paragraf yazdım, az önce.” Sonra, o paragrafı tekrar tekrar okuyup kendine hayran kalmış olabilir. Siz de okurken takdir ediyorsunuz çünkü, kimi yerleri etmemek mümkün değil; Burns’ün cümlelerini, sayfalar süren toplum anlatısını ya da en basitinden, hadi diyelim karakter adı kullanmama riskine girmesi gibi oyunları, alkışlayabiliyorsunuz. Ama o alkış, beraberinde bir hayranlık getiriyor mu, soru işareti.
İşin özü, bir imkânım olsaydı, herkese Anna Burns’ün Sütçü kitabını okutur ve şöyle derdim: “Hadi, şimdi üzerine konuşalım.” Sütçü, bir arkadaş grubundaki dört-beş kişiyi birbirine düşürecek ve şiddetli kavgalara sevk edebilecek türde kitaplardan.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.