Bir imkânım olsaydı, herkese Anna Burns’ün Sütçü kitabını okutur ve şöyle derdim: “Hadi, şimdi üzerine konuşalım.” Sütçü, bir arkadaş grubundaki dört-beş kişiyi birbirine düşürecek ve şiddetli kavgalara sevk edebilecek türde kitaplardan.
Sütçü, topluluk içinde dönüp dolaşan bir dedikodunun romanı. Ortada bir gerçek yok, sadece, o gerçeğin üstüne konuşulanlar var ve bir süre sonra, toplumun tüm üyeleri, bu dedikodunun gerçek olduğu varsayımıyla hareket ediyor.
2018 yılında Man Booker kazanan Sütçü, alışılageldik romanlardan biraz farklı. Şuradan başlamalı: Öncelikle, yazar Anna Burns, karakter isimleri yerine tüm karakterlere mahlasla hitap ediyor kitap boyunca: Belki-erkek arkadaş, Sütçü, Bilmemkim McBilmemkim gibi... Bu, kitaba başlamadan önce takibi zorlaştıracak öğelerden biri olarak görülebilir ki ben de öyle görmüştüm; karakterlerin isimlerinin olmadığı bir kitabı takip etmek, diğer kitaplara nazaran başka bir türden meydan okuma sayılabilirdi. Yine de, diğer tüm öğelerin yanında, kitabı çepeçevre kuşatan şiddet sarmalının, yer yer uzadıkça uzayan paragrafların ve gittikçe gözden uzaklaşan ve bir yerde kaybolan olay örgüsünün yanında, karakter isimlerinin olmaması, kafanıza takmanız gereken en son şey.
Ana ekseni şiddet
Şiddet diyorduk, kitabın ana eksenini oluşturan temalardan biri. Robert Darnton’ın Büyük Kedi Katliamı kitabını okuyanlar hatırlayacaklardır: 1730’lar Paris’inde, bir matbaanın çırakları, kendi kurdukları mahkemelerde kedileri yargılarlar ve sonrasında, kedileri belli bir ritüelle ölüme mahkûm ederler. Hayvanlara yönelik şiddet, her zaman insana yönelik şiddetin ya da gelmekte olan bir katliamın provası gibidir. 1910 yılında, İstanbul’dan toplanan 80 bin köpeğin İstanbul’a en yakın ada olan ve sonrasında Hayırsız Ada olarak da anılacak Sivri Ada’ya bırakılması, sonrasında yaşanacakların habercisi olarak görenler de var. Sütçü’de de Anna Burns şiddeti hayvan katliamıyla yükseltiyor ve başka bir aşamaya taşıyor. Şiddet, böylece, bir yerde neredeyse kitabın her yerinden taşmaya başlıyor; Burns, bu kısımları, kendi büyüdüğü toplumu iyi tanımanın getirdiği birikimle, bir belgeselci gibi mesafeli, bir doktor gibi soğukkanlı biçimde anlatıyor. Bu iyi.
Fakat, beni kitabı takip etmekte zorlayan, pek aşina olmadığım –ve maalesef benimseyemediğim– Karl-Ove’vari bir tür “avarelik” olarak nitelendirilebilecek, mekân ve olaylarda gelişi güzel dolaşma, yazarın okuru kitabın içine bir “hook” koymadan (kitabın girişinde bahsedilen sütçünün ölmesi, belki?) tutmaya çalışması gibi öğeler oldu. Mevzunun aslında kısmen de olsa “yerel” olması da eklenince, –kadına yönelik stalk’un ya da aniden her yayılan dedikodunun hemen her yerde görülmesine şerh düşmek gerekebilir– konuyla okurun empati kurması zor olabiliyor. Haliyle, bir yerde, kitaba devam etmek için çaba harcamak zorunda buluyorsunuz kendinizi. Sizi kitapta tutacak tek bir şey var artık: Anna
Okuması zor bir kitap
Burns’ün dili ve Duygu Akın’ın çevirisi. Bu kitaba devam etmenizi sağlıyor ama bunun için çaba göstermelisiniz; Duygu Akın, burada inisiyatif –ve risk– alıp kitaptaki kimi cümleleri bölmeyi de tercih etmiş sanıyorum, bu olmasa okurun işi daha zor olabilirdi. Çünkü kitap ilerledikçe Anna Burns, kendi büyüsüne daha bir kapılıyor sanki. Şöyle demiş olabilir, kurduğu bir paragraf sonrası: “Ne harika bir paragraf yazdım, az önce.” Sonra, o paragrafı tekrar tekrar okuyup kendine hayran kalmış olabilir. Siz de okurken takdir ediyorsunuz çünkü, kimi yerleri etmemek mümkün değil; Burns’ün cümlelerini, sayfalar süren toplum anlatısını ya da en basitinden, hadi diyelim karakter adı kullanmama riskine girmesi gibi oyunları, alkışlayabiliyorsunuz. Ama o alkış, beraberinde bir hayranlık getiriyor mu, soru işareti.
İşin özü, bir imkânım olsaydı, herkese Anna Burns’ün Sütçü kitabını okutur ve şöyle derdim: “Hadi, şimdi üzerine konuşalım.” Sütçü, bir arkadaş grubundaki dört-beş kişiyi birbirine düşürecek ve şiddetli kavgalara sevk edebilecek türde kitaplardan.
Yeni yorum gönder