Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Sihirbaz Thomas ve oğlu



Toplam oy: 512
Rindert Kromhout // Çev. Gül Özlen
Paloma Yayınevi
insanın babası tarafından görülmediğini düşünmesi, neden bu kadar acı vericidir?

Aslında daha çok, çocuk kitaplarıyla tanınan Rindert Kromhout’un Klaus Mann: Thomas Mann’ın Oğlu Olmak romanı, kitabın kapağından olsa gerek, Klaus Mann’ın babasıyla ilgili yazdığı bir kitap izlenimi veriyor önce. Sonrasında, romanın yazarının Kromhout olduğunu fark edip, yazarın pedagoji eğitimi almış, çok sayıda çocuk ve gençlik kitabı yazmış biri olduğunu öğrenince, başka türlü bir merak uyandırıyor. Psikolojiyi bilen ve bu bilgiyi kitaplarında uygulayan Hollandalı yazar Kromhout’un, Alman edebiyatında derin izler bırakmış baba-oğul bu iki yazarın hikayesinde bulduğu bir şey olmalı.

Eğer babanız Buddenbrooklar, Büyülü Dağ, Venedik’te Ölüm gibi romanların yazarı Thomas Mann ise, sizin bir yazar olarak kendinizi var etmeniz de kolay olmayacaktır. Bu mücadele her zaman olur, diye bir kural da yok elbette ama edebiyat tarihi bu türden örneklerle dolu; üstelik Kafka’nın yaşadığı gibi, babanızın büyük bir yazar olması da gerekmeyebilir.

Romanı okurken aklımda, “Klaus Mann’ın intiharla biten hayat hikayesine, babasının nasıl bir etkisi olmuştur?” sorusu vardı. Klauss Mann, “Çağının Çocuğu” adıyla yayımlanan anılarında, “Benim adım ve babamın ünü birlikte anılıyor. Bu durumun benim edebiyata başlamamı kolaylaştırdığı düşünülüyor,” diyerek yakınır. Bir kısım edebiyat tarihçisi, yaşadığı dönemin koşullarına göre Klaus Mann’ın yazarlığı önünde üç engel olduğunu öne sürer: Geydi, uyuşturucu bağımlısıydı ve babası Thomas Mann’dı. Gey olmak, 1930’ların Almanya’sında kolay olmasa gerek; uyuşturucuyla ilişkisi ise oldukça karmaşık. Ama hayran olduğu babası Thomas Mann’ın etkisi, romanda yazılanlara göre, Thomas Mann’ın gösterdiği bütün dikkat ve özene rağmen oldukça belirleyici.

1981 yılı yapımı István Szabó’nun ünlü filmi Mephisto, Klaus Mann’ın aynı adlı romanından uyarlanmıştı. Babası Thomas Mann da Goethe’nin Faust’unu bir metafor olarak alıp Doktor Faustus adlı romanını yazmış ve Nazi Almanya’sında yüceltilen bu miti, bir Nazi klişesine dönüştürerek hem Goethe’yi aklamış hem de otoriteryen toplumların ruh halini anlatmıştır. Klaus Mann da Mephisto’da, ruhunu şeytana satarak şöhret basamaklarını tırmanan bir tiyatro oyuncusu üzerinden, sanatçı ve iktidar ilişkisinde odaklanır.



“Babamın beni sevmediğini düşünüyorum”

 


Kromhout, gerçeklere dayalı olarak yazdığı Thomas Mann’ın Oğlu Olmak romanında, Klaus Mann’ın ilişkilerine ve iç dünyasındaki çatışmalarında odaklanıyor. Nisan 1926’da Paris’te bir otel odasında başlayan roman, Temmuz 1926’da Heidelberg’de sona eriyor. Klaus Mann, henüz sürgün hayatı yaşamamış 20 yaşında bir genç. İlk romanı Der Fromme Tanz yayımlanalı da daha bir yıl olmuş. 43 yaşındayken intihar etmesine neden olan süreçten uzak…

Romanın başında -gerçek mi, kurmaca mı olduğu belirsiz- Klaus Mann imzasıyla yazılmış önsözün son cümleleri şöyle: “Kim bilir belki de yıpranmış sayfaları birisi bulur, okur ve ‘Bakın şu Klaus Mann’a, ne kadar da enteresan ve harika bir gençmiş, babası Thomas Mann büyük bir yazardı ama özellikle büyük oğlunu da yabana atmamak gerekiyor,’ diye düşünür. Peki, benim derdim bu mu? Korkarım bu.”

Klaus Mann’ın iyi ki böyle bir derdi olmuş diye düşünüyor insan yazarlık serüvenine bakınca; ama neden böyle bir kıyasa ihtiyaç duyuyor, çok daha iyi romanlar yazsa bile bu onayı bir türlü alamayacağından mı korkuyor? Thomas Mann, romanda da anlatıldığı gibi, oğlunun yazarlığına karşı her zaman teşvik edici, destekleyen, övgülerini esirgemeyen biri ama romanın bir yerinde oğluna bir itirafta bulunduğuna tanık oluyoruz: “Ben sana değil, kendime karşı katıydım.” Kendisine karşı katı olduğunu söyleyerek, nasıl bir pişmanlık yaşamaktadır Thomas Mann? Katılığının nedeni ne?

Klaus Mann, romanın başlarında Sylvia ile babası hakkında konuşurken, “ben babamın beni sevmediğini düşünüyorum,” der. Annesiyle babasını karşılaştırırken de şöyle söyler: “Cesaretlendirmez, kınamaz, herkesin kendi yolunda gitmesi gerektiğini düşünür. Annem hepimizle ilgilidir ama babam değil. Onun nasıl yaşadığını, çalıştığını ve düşündüğünü görmemizin yeterli olduğunu, bizim de onun yolundan gitmek isteyip istemeyeceğimize kendimizin karar vermesi gerektiğini düşünür.” Klaus Mann’ın şikayet ettiği bu yaklaşım, hayran olduğu babasına taktığı isimle “Sihirbaz” tarafından görülme ihtiyacıdır, varlığının onaylanması… Bir insanın babası tarafından görülmediğini düşünmesi, neden bu kadar acı vericidir?

Kafka’nın babasına yazdığı o uzun mektubu akla getiriyor bu sorular. Kafka, sürekli kendisiyle babasını karşılaştırır; o zayıftır, babası güçlü… Mektubun bir yerinde şöyle der Kafka: “Her seferinde aklıma gelen şeye sevinir, sürekli onu düşünür, evde paylaşmak için can atardım; aldığım cevap alaycı bir iç çekme, baş sallama, parmakla masayı tıklatma veya bunun için mi bu kadar heyecanlandın?..”  

Klaus Mann’ın yaşadığı ruh haline benzer Kafka’nın yaşadığı, görülmüyordur, içinden geçemediği katı bir şeyle karşılaşıyordur her defasında. Ama o katı şey, Thomas Mann’ın itiraf ettiği gibi, kendisiyle ilgili bir katılıktır. Oğuz Atay da, babasının ölümünden sonra yazdığı mektupta, “Ne ben, bütün meraklı çocuklar gibi durmadan her şeyi sana sordum; ne de sen oturup bazı şeyleri bana açıklamak gereği duydun,” diye yakınır. Freud’un modeli üzerinden bir Oidipus krizinden bahsedilebilir belki, bütün bu yakınmalara bakıp.

Bizimki gibi toplumlarda baba, genellikle çocuk yetiştirmenin uzağında kaldığı için, sınırların ve benliğin oluşumuyla alakalı bireyleşme konusunda yaşanan sorunlar, sadece varoluşsal değil, sosyal ve siyasal pek çok sorunu da peşinden getiriyor ister istemez. Serol Teber’in otoriteryen kültüre dair tespitleri, bu açıdan anlamlı.

Ece Ayhan’ın “Mor Külhani” şiirindeki, “Oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler” dizesi, bu sorunun çözümüne dair bir ipucu sunar sanki, kendini anne ve babadan ayrıştırabilmenin, bireyleşmenin önemi…



Yazma arzusunun kökeni


Rindert Kromhout’un romanında, sadece baba-oğul meselesi yok; Ernest Hemingway’den James Joyce’a pek çok yazar da görünür ara ara, o yılların Avrupa’sı, entelektüel dünyası, aşk, gençlerin yaşadığı içsel çatışmalar, arayış serüvenleri… James Joyce’u, kucağında bir dolu zarfla odaya girip Sylvia’ya, “Fanlarımdan gelen mektuplar, benim yerime sen cevaplayabilir misin?” derken hayal etmemiştim hiç. Kibirli biri olarak tarif edilmiş Joyce. Tıpkı babası gibi, ne Joyce ne de Hemingway görmezler Klaus Mann’ı, her zaman her yerde kendisini yalnız hisseden bir genç…

Kromhout, yazdığı bu romanla hem edebiyat tarihine dair çeşitli karakterleri tanıtarak dönemin atmosferini yaşatıyor hem de bir gencin iç dünyasındaki çatışmaları aracılığıyla yazma arzusunun kökenini ve edebiyatın önemli meselelerinden biri olan baba-oğul ilişkisine dair farklı bir bakış açısı sunuyor. Thomas Mann’ın oğlu olmak, hiç de kolay bir şey değil.

Klaus Mann, babasıyla bir gece baş başa kalır evde. Thomas Mann, yazmak yerine oğluyla zaman geçirmek ister, şampanya doldurur kadehlere: “Çocuklar kitaplarımdan önemli.” Klaus, “Kitapların senin çocukların,” der. Thomas Mann’ın yanıtı: “Kitaplarım beni terk etmiyor.”

 

 


 

 

 

Görsel: Onur Aşkın

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.